Damla Damla bal 2
Damla Damla Bal 2 Oktay Aslan Rah Sevum
(Üçüncü Yol)
31.10.2025
Damla Damla Bal 2
Bu kitap, kırk Gazel ve Mesnevi ve Osmanlı alfabesinin öğretilmesinin yanı sıra dil ve edebiyat hakkında bilgiler içermektedir. Türkiye'nin muteber halkına ve Afgan dostlarına ithaf edilmiştir.
***
Kısa bilgi!
Ben Dari Farsçası ve Özbek Türkçesi şairi ve yazarı Oktay Aslan Rah Sevum. Türkiye'de Türkçe eğitimi almadım ama yarım asırlık iki dil deneyimim bana Türkiye Türkçesi yazma cesaretini verdi. Özellikle Özbek dili Türkçede iyi ortağımdır. Afganistan halkı için iki dilde 22 şiir ve roman kitabı ve sosyal medya için onlarca makale yazdım. Kırk aşk ve irfan şiiri içeren bu kitabı, değerli Türkiye halkına gururla sunuyorum. Bu şiirler Gazel ve Mesnevi formunda yazılmıştır. Türk dili ve Fars-Dari saray edebiyatında Gazel ve Mesnevi biçimi, diğer halklarla paylaştığımız tarihin incilerinden biridir. Bu iki şiir tarzı hiç şüphesiz saray edebiyatının en güzel türleri arasındadır. Mesela Gazneli Sultan Mahmud'un Şehname'si ve Mevlana Celaleddin Belhi Rumi'nin manevi Mesnevi'si Mesnevi üslubuyla, Şems Divanı, Hafız, Nevai, Bidel Divanı ve Divan edebiyatının büyük şairlerinin onlarca büyük divanı Gazel üslubuyla kaleme alınmıştır.
Saray şiirinin Türkistan'daki Türk çadırlarında başladığını, Horasan'da olgunlaştığını ve Türk sultanlarının saraylarında ilk şiir üslubunu oluşturduğunu unutmayalım. Oradan İran, Orta Doğu, Hindistan ve Anadolu'ya yayılmıştır. Orta Doğu'da Araplara "Aruz ilmi" olarak tanıtılmış ve Irak üslubunun ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu edebiyat, İtalya'nın Sicilya adasında Batı edebiyatının doğuşuna zemin hazırlamış ve Batı edebiyatının doğuşuyla birlikte Batı medeniyeti ortaya çıkmıştır. Saray edebiyatındaki ilk şiir üslubunun Horasan üslubu olduğunu unutmayalım. Biz Horasan halkı, bu tarihi gerçeği büyük şairlerin divanlarından biliyoruz ve kimse bunu inkâr edemez veya reddedemez. Besbelli bu güneş ışığı kadar apaçık bir gerçektir.
(Maalesef Türkiye'de bu gerçeğin tam tersi geçerli. Belge istesek kimsede kanıtlayacak belge yok)
Gazel formatındaki şiirlerde güzellik ve tatlılık ön plandadır. Bu şiir türünde balın ve kaymağın verdiği lezzetti gibi kelimelerin dansı okuyucuya mutlu bir ruh hali verir. Açıkça her kelime kendinden önceki kelimeyle, sonraki kelimeyle ve şiirin hikâyesiyle aşk oyunu oynamalıdır. Gazel şiirlerinin formatı şairi kelime rezervinin tamamını kullanmaya zorlar. Şairin hafızasında kelime bankası olmalıdır. Örnek: Mevlana Celaleddin şiirlerinde en az üç dört milyon kelime kullanmıştır. Şimdi soru şu: Edebiyat divanının şairi olan bu büyük şahsiyetin hafızasında kaç bin kelime vardı bin mi? İki bin mi? Beş mi yoksa... Bu şair yüzlerce yeni kelime icat etmiştir, örneğin: Tebriz. "teb" ve "riz" dalgaların dökülmesi anlamına gelir. " Şems el-Hak Tebrizi" Allah'ın nurunu dalga şeklinde dökülmesi anlamına gelir.
(Bir edebiyat sanatı olan Şems-i Tebrizi, ne yazık ki Türkiye'de bu edebiyat sanatı Azerbaycan'ın Tebriz kentinden bir Horasan [Afganistan] şeyhi olarak tanıtılmıştır.)
Gazel formatındaki şiirlerde kelimelerin dansıyla edebiyat en üst düzeye ulaşır, doğrusu insana haz veren gazel şiirinin her satırı hazla birlikte insanı düşünmeye de sürükler.
Mesnevi üslubu, kısa ve uzun hikâye ve fıkraları anlatmak için kullanılır. Divan edebiyatının her nazım tarzında şüphesiz aşk şiiri vardır, çünkü aşk olmadan edebiyat yaratılamaz.
Edebiyat Divanı'nın sözlüğünde beyaz ve siyah renk yoktur, renkler belirsizdir ve her rengin gerçeği düşünerek bulunmalıdır.
(Not: Tüm şiir ve yazılarımda Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin resmî dili ve edebiyatında kabul görmüş kelimeleri kullandım.)
Kuşkusuz her şiirde toplumda pek rağbet görmeyen sözcüklerle karşılaşırız, öte yandan her dizede sözcüklerin dansının şiirde kendine özgü bir anlamı vardır. Divan edebiyatının şiirinin bu özelliği insan edebiyatının güçlenmesini sağlar.
Divan edebiyatı öğrencisiyim. Bu kırk şiirde Divan edebiyatının gereklerini yerine getirdim mi? Bilmiyorum, Tanrı biliyor! Bu sorunun cevabını şüphesiz Türkiye'nin çok saygın ve aziz insanları verecektir.
Kitap iki bölümden oluşuyor. Birinci bölümde Latin alfabesiyle kırk şiir ve dil ve edebiyatla ilgili bilgiler yazılmıştır. İkinci bölümde Osmanlı alfabesi öğretilmiş ve bu eğitimde kullanılmak üzere iki alfabeyle on şiir yazılmıştır. Şiir hizmetlerinin de yer aldığı uygulamam aynı zamanda Osmanlı alfabesinin öğretilmesine yönelik bir hizmettir. Öğretme yöntemim özeldir. Açıkçası öğrenci rolünü üstleniyorum ve her iki alfabenin mantığını ve sırlarını kendi tecrübelerime dayanarak öğretiyorum. Unutmayalım ki Divan edebiyatı şairleri Divan edebiyatı kültürünün baskısından dolayı dil bilimi alanında yetenekli öğrencilerdir.
Osmanlı alfabesini öğrenmeye meraklı arkadaşlar, bu alfabenin sırlarını ve mantığını basit bir şekilde öğreteceğime sizi temin ederim.
***
1
Hayat sona ererse, kölelik işe yaramaz
Kölelik bir koşulsa, yaşam bize karamaz
Düşmanların baskısı, su etse de üzgün olma
Erkek ol, yorgun yürek, sıkılmak derdi saramaz
Hakaretle yağsa yağmur, inci tane başına
Gökyüzüne de ki git, susuzluğu taramaz
Bağımlılıkla bu dünyanın, sahibi olduysan
At gitsin yara derin, o Yarayı saramaz
Eğer ayakları öpersen, baş bedende kalsın diye
Vazgeç bu yaşamdan, mertlik yolu aramaz
İnsanın özgürlüğü, bağımsızlığıdır yaşam
Özgürlük için tartış, Kölelik işe yaramaz
İngiltere'nin milli bir kültürü vardır: "Shakespeare okumamış olan entelektüel değildir." Shakespeare'in zamanındaki İngilizce, günümüz İngilizcesinden telaffuz açısından farklıdır; ancak bu kültürün neden popülerleştiğini biliyor muyuz? Bu soruyu cevaplamak için Afganistan halkının günlük yaşamından başlayabiliriz, çünkü Dari, dünyada kelimelerin telaffuzunu koruyan tek edebi dildir. Şimdi soru şu: Shakespeare'i incelemek İngiltere halkının geleceği için neden önemlidir ve Afganistan'ın Dari dilinde kelimelerin telaffuzu neden değişmeden kalmıştır?
Şiirden sonra.
2
Çıktı camiden şeyhimiz, gitti bir meyhaneye
Nedir tedbirimiz dostlar, ilaçsız hengâmeye?
Biz müritler yüzümüzü, Kıbleye verdik tam
Hafi o pervane olmuş, mey satan hastaneye
Birleşelim tarikatta, bir konum bir konutta
Nedir gizem sır içinde, ham tohum bu taneye?
Bilinç eğer anlasa, Kayış yürek her yolda
Zekiler deliye dönmüş, zincirimizden lane’ye
Abartmak her konuda, yüzümüzün gerçeği
Bilgisiz zincire vurduk, gittiler puthaneye
Bunaltıcı aklımızla, bırakmadık biz dini
Düzmece mütedeyyindik, şeyhimiz meyhaneye
İnsanlık tarihi boyunca edebiyat, medeniyetlerin yaratılmasının arkasındaki itici güç olmuştur. Başka bir deyişle, her medeniyet edebiyat aracılığıyla yaratılmıştır ve edebiyat, insanlığın en güçlü ve yenilmez gücüdür. Örneğin: Kuran edebiyatı olmasaydı, Araplar tarih sahnesine çıkamazdı. Karl Marx'ın edebiyatı olmasaydı, komünistler dünyanın yarısını yönetemezdi ve Çin, dünyanın ekonomik gücü olamazdı. Divan edebiyatı Horasan Türklerinin elinde olmasaydı, bin yıl boyunca Doğu ve Batı'ya hükmedemezlerdi. Batı edebiyatı, İtalya'nın Sicilya adasında, Divan edebiyatının etkisi altında yaratılmasaydı, Batı medeniyeti inşa edilemezdi. Afganistan'da Divan edebiyatı kültürü güçlü olmasaydı, Sovyetler Birliği ve NATO yenilip iki maymuna dönüşmezlerdi. İnsanlık tarihinin açık bir gerçeğidir ki, bundan sonra bile büyük milletler milli edebiyattan mahrum kalırlarsa her şeylerini kaybedeceklerdir. Bu mantığa göre İngilizlerin gelecekleri için Shakespeare ve diğer tarihi eserleri inceledikleri tarihsel bir gerçektir; şüphesiz her klasik eser, geleceğin edebiyatının lokomotifi olup, o milletin edebiyat dilini güçlendirir. Edebi dil, bir milletin medeniyetinin kalbidir. Edebi dil zayıfsa, millet daha belagatli hale gelir, ancak tutarlılığını ve anlamını kaybeder ve din de dâhil olmak üzere tüm milli değerler zarar görür.
Şiirden sonra.
3
Gamzesiyle çıktı bir gül indi o gül pazara
Aldı herkesi Naz ile güzelliği yarara
Sarhoş oldu tümce Alem zer ziynet satıcı
Attar kasap tümü Kanı verdi Bahar'a
Gitti şuur cümleden aldı gül veresiye
Sen onu ver bu bunu ey akıldan avara
Mert yiğit oğlan yiğitler koklamanın derdine
Düştüler avcı eline mal mülk Ayar'a
Oldu dilek koklamak av oldular bütünü
Zekâ akla indi vakit akıl düştü dara
Gittiler Kadı yanına döktüler yüreklerden
Enes yüzlü cin geldi yüz verdiler karara
Geldi istek geldi o gül kadının huzuruna
Aritmetik onda idi kadı güldü o Nar’a
Dedi biraz çırpınarak günahlıdır bütünü
Çıksınlar dışarıya soylayım hükümdara
Kimse ki kalmadı orda verdi dudak kadıya
Bu dudağı istiyorlar zavallıyım avara
Tadıp aldı dudaklardan yazdı buyruk hak için
Masum kız iffetli güldür süzmesin kimse Nara
Mesele gül için bitti tatlı Dudak Kadı’dan
İnildiler o güle, Aritmetik bahara
İngiltere'de Shakespeare'in dili, günümüz İngilizcesinden daha kalındır; ancak Afganistan'da, bin yıl önceki Divan şairlerinin dili, günümüz dilinden farklı değildir. Örneğin, Afgan müziğinde Sadi, Hafez, Bidel veya Mevlana Celaleddin Rumi'nin şiirleri, günümüz dili kadar zevklidir. Yahut Afganistan, İran ve Özbekistan'da Ali Şir Nevai'nin şiirleri günümüz şiirleri kadar zevkle okunmaktadır. Yahut Mahtumkulu Firaki'nin şiirleri bu mantıkla Türkmenistan'da, Afganistan'da, İran'da popülerdir. Peki, bu büyük sır nedir? Bunu anlamak için Osmanlı Türkçesi ile Türkiye Cumhuriyeti dili arasındaki farkı inceleyin. Osmanlı dönemi şairlerinin şiirleri günümüz Türkiye gençliğinde yankı buluyor mu? Cumhuriyet sonrası yazarların eserlerinin yeni kuşaklar tarafından beğenilmesi ve bu tür eserlerin ortaya çıkması Türkiye'de bir kültürel hareket midir? Dilin suçu mu bu? Yoksa Osmanlı ve Selçukluların suçu mu? Yoksa tarihi ikiye bölüp, halk kültürünü edebiyattan uzaklaştırdığımız için kendi suçumuz mu?
Şiirden sonra.
4
Yaşam damla yaş iken, sevdiklerime attım
Bilmediler canlarım, diken gölgede yattım
Yeni Gül bahar aşkı, maziden koku versin
Sarı bir çiçek benim, son baharımı tattım
Bir kar zerresi gibi, uçuyorum Havada
Yağmursuz bu yaşamdan, arzularla yattım
Gençliğime görmedim, benden uçsa bir hava
Gençliği cilvesini, hep heveslerle tattım
İçmedim bade camdan, afiyet olsa bana
Hep heves gül kokuya, görme ömrümü attım
Bembeyaz saçlarımı, armağan vermedi felek
Gençliğimi o aldı, çaresiz olup sattım
Türkiye'de halk kültürünü Divan edebiyatından uzaklaştırdık ve atalarımızın tarihi değerlerini hiçbir karşılık beklemeden başkalarına hediye verdik. Örneğin, Türkiye'de herkes Aruz ilmi sanatını Araplara ait görüyor. Örneğin, şiir ve Divan edebiyatını perslere ait görüyor. Örneğin, İran'ı perslere, Afganistan'ı Peştunlara ait görüyor. Nevruz kültürünü Kürtlere, laik yaşamı Batılılara ait görüyor. Benzer şekilde, atalarımızın tarihi değerleriyle ilgili her şeyin başkalarına ait olduğuna inanıyorlar. Şimdi soru şu: Cumhuriyet'ten sonra tüm tarihi değerlerimizi başkalarına verdik ve yüzümüzü Batı'ya çevirdik. Batı edebiyatından yeni bir edebiyat yaratabildik mi? Bugünün Türk edebiyatını tanımlayabilecek var mı?
Şiirden sonra.
5
Tutmuştu yaprak gülünü, gagada o sevdadan
Sevinçsiz bir halde idi, mutsuz dertli bir havadan
Sordum ben nedir belirti, bu figan bu dertli Afgan?
Söyledi kederli bu an, talihsiz bir maceradan
Vermedi gül izin bana, koklasam gül Kokusunu
Ona ki ben deli bülbül, ilaçsızım bu davadan
Almıyor hiçbir nazımı, Gönül'e o ki bir leyli
Görseniz dertti gagada, gül sanılan bu katmadan
Vermedi yaprak gülünü, gizemli derdini verdi
Sanmayın gagada gül var, kaderim sırlı beladan
Derdimi kime soylayım? Sefalet gül gözükse o
Bu yazgı budur bu kader, takdirim bu maceradan
Sasani bölgesini işgal eden Araplar, dikkatlerini Horasan'a çevirdiler. Bir refah döneminin ardından Horasan ve Hindistan'daki Ak Hunlar (Türkler) küçük devletlere bölünmüştü. İşgal için iyi bir zamandı. Araplar Horasan'a gelince Horasan İsyanı başladı. Bu isyan Emevi hanedanını tarihten silerek yerine Abbasi hanedanını getirdi. Bu isyanın lideri Ebu Müslim Horasanî idi. Ali bin Ebu Talib'in türbesini Neceb'den Belh'e taşıdı ve oraya defnetti. (Afganistan'da herkes buna inanıyor.) Ali bin Ebu Talib'in türbesi Selçuklular döneminde inşa edilmiş ve daha sonra Timurlular döneminde âlim, vezir ve Türk dili ve edebiyatının babası Ali Şir Nevai önderliğinde ve Sultan Hüseyin Baykara zamanında büyük bir ihtişamla yenilenmiştir. Türbe bugün UNESCO koruması altındaki Afganistan'ın tarihi mekânlarından biridir. Yakın zamanda türbeyi ziyaret eden ve YouTube'da videoyu şu adreste paylaşan bir kadın gazeteci:
" گزارش ویژه از تغییرات جدید در روضه مزارشریف | آرشیف Best of Kabul Show ".
Videosunda: Türbenin içinde bir hizmetçi, muhabiri bir şiirle karşılar ve ardından türbe duvarına yazılmış, türbenin tarihini anlatan bir şiiri gösterir. Şiir, türbenin tarihi kervanını anlatır. Ziyaretin sonunda, Divan edebiyatından bir şiirle vedalaşır. Peki, bu kültürün mantığı nedir?
Şiirden sonra.
6
Damlattı bulut suyunu, soluğan yaprağına
Söyledi gireceksin, can olup gül bağına
Getirdim canlar için, ruh Kemalli deryadan
Kalmasın izler solmuştan, gelsin kader sağlığına
Güldü gül döktü yürekten, mantıksız bu mantığa
Şimdi ben son nefesteyim, ne yarar kalp dağına?
Kimya olağan bir değer, zamansız neye yarar?
Vakitsiz Horoz ötse, baş verir o doğana
Yukarıda İngiliz planını anlamak için Afganların günlük yaşamlarını incelemek gerektiğini belirtmiştim. Afganistan'da Ali bin Talib'in türbesinde bile onun hayatıyla ilgili bilgiler hadisler, rivayetler, şeyhler ve dinî öğretilerle değil, şiir ve edebiyat yoluyla aktarılmaktadır. Geçenlerde YouTube'da bir muhabirin sekiz-on yaşlarında bir Afgan kızına defalarca sorular sorduğunu gördüm. Kız orada öylece duruyor, tek kelime etmiyordu. Muhabir ne kadar uğraşırsa uğraşsın ağzından tek kelime çıkmıyordu. "Saçların çok güzel Saçların hakkında bir şiir mırıldanmamı ister misin?" diye sordu muhabir. "Şiir" kelimesini duyan kız gülümsedi, başını salladı ve muhabirin şiirini keyifle dinledikten sonra bülbül gibi konuşmaya başladı. 88 yaşındaki akrabamı arayıp nasıl olduğunu sordum. Söylediği ilk şey Ömer Hayyam’dan bir rubaiydi. Bu rubai sekiz asır önce yazılmıştı. Okula gitmemişti ama onlarca şiir ezberlemişti. Küçükken annemin davetlere gittiğini hatırlıyorum. Her davette çok sayıda kadın olurdu ve annem Baba Rahim Müşerref Namangani'nin şiir kitabını okurdu, diğerleri ilgiyle dinlerdi ve bazen bazı kadınlar bazı dizelerin anlamını analiz ederdi. (On yedinci yüzyıldan) Yani her toplantıda sadece edebiyat konuşulurdu. Bu kadınların çoğu okuma yazma bilmiyordu ve annem sadece medrese eğitimi almıştı. Yakın akrabalarımdan biri okuma yazma bilmiyordu bile ama Baba Müşerref'in şiirlerini ezberlemişti. Her hafta her köye davet edilirdi. Baba Müşerref Namangani'nin şiirlerini okurdu, bazıları ise bazı dizelerin anlamı hakkında bilimsel tartışmalar yaparlardı. Hindistan'da Babür döneminin en ünlü Afgan şairlerinden biri olan ünlü Türk şair Bedil Horasanlı, Afgan halkı tarafından çok sevilir. Gazelleri Divan edebiyatında özel bir yere sahiptir, çünkü anlamları şeytanı bile şaşırtabilir. Lisedeyken, büyük şairlerin ve edebiyatçıların bu büyük Türk şairinin şiirlerini analiz ettiği şiir okuma oturumlarına katılmıştım. Bu oturumlarda insanlar şiirlerinin anlamlarıyla "sarhoş" olurlardı. Şarapla sarhoş olmak gibiydi. Divan edebiyatının bu büyük şairlerinin belirli bir ırka ait olduğunu kimse düşünmezdi; şüphesiz hepsi insan ırkına aitti. İşte Afgan hayatı! Muhtaşam Horasan döneminin bir mirası. Divan edebiyatının Afgan yaşamındaki etkisi işte bu kadar. İşte bu yüzden Afgan müziğindeki Mevlana, Sadi, Hafız, Bedil ve diğerlerinin dili bugün Afgan halkının dili haline geldi. Türkiye'de edebi dili yaşatmak için Türk müziğinde Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyetin ilk yıllarına ait en az bir edebi şiir var mıdır? Bu kültür, edebi dili zayıflatabilir mi?
Şiirden sonra.
7
Zahit yüzlü Pakize, ham deme bu aşa
Düşmez günahı sana, derdi verme başa
İyi ya kötülüğüm, benli olan bir iştir
Yaşamda ki sırlar var, sokma laf göz kaşa
Her kim bir yar isteyen, akılsız akıllısı
Her yerde ki aşk var, koyma göz her taşa
Ne zaman ben aradım, maske altından bir gül?
Kadere başı verdim, kıymet vermedim yaşa
Her kim ki Yoğurt yese, herkesin ki farklıdır
Aklına bak kendine, ağrı verme başa
Bir muhabir, tanınmış bir Türk profesöre sordu: "Dünya diyor ki: Türkler en az kelimeyle Türkçe konuşuyor. Bu zayıflığın sebebi nedir?" Profesörün muhabirin sorusuna verdiği cevap, onun edebi yoksulluğunu ortaya koyuyordu. Türkiye'de tanınmış bir aydın ve kendi alanında hem Türkiye'de hem de Avrupa'da tanınmış bir şahsiyetti, ancak edebi bilgi ve belagati yoktu. Bugün Türkiye'de Türkçenin zayıflığının Osmanlı ve Selçuklu dönemlerinden kaynaklandığına inanıyor ve kendisi edebiyattan anlamazken Türk halkını cahil olarak nitelendiriyordu. Bu, muhabirin edebi mantıktan yoksunluğuyla birleşince, Türk edebiyatının hazin dramı ortaya çıkıyordu. Düşünmeye başladım ve kendime sordum: Türkiye'de edebi mantık öğretebilecek en azından bir kişi yok mu? Böyle biri olsaydı, ünlü Türk profesörler kendilerini ve Türk edebiyatını böylesine aşağılayıcı ve utanç verici bir duruma düşürürler miydi? Düşündüm ve hâlâ şoktayım. Ama hangi sebepten?
Şiirden sonra.
8
Bahar gibi esti geçti bunca seneler
Birkaç günlük ömrümden toplandı Hatıralar
Bazen hoşluğu görüp bazen dertten vuruldum
Akıp gitti bu ömür düşünceye sürüldüm
Her günüm başka olup yaşandı o dermansız
Bazen güldüm ağladım huşu verip zamansız
Bu ömür dolabından çok şey yitirip aldım
Aldıkları toplasam dört gez kumaşa kaldım
Aktım damla su olup derya hiçinde Yalnız
Bu sırı bilemedim gidiyorum izsiz
Nasıl geçti bu ömür bir dolaplın hiçinden?
Birçok Hatıralardan gam dünyanın ucundan
Cumhuriyet'ten sonra, alfabenin değişmesiyle, binlerce yıllık Türk edebiyatı deneyimi, peynirin peynirden kesilmesi gibi Türk halkının kültüründen silindi ve Türk edebiyatı Batı'ya açıldı ve yeni bir yüzle canlandırılmaya çalışıldı. Canlandırıldı mı? Hayır. Edebiyat inceleme kültürünü yaymakta şüphesiz başarısız oldu. Çünkü "milli bir edebiyat yaratmak kolay iş değildir; tarihsel deneyimle hareket etmek gerekir." Milli bir edebiyat yaratılmazsa, güçlü bir edebiyat kültürü yaratılabilir mi?
Size iddiamı kanıtlamak için bir örnek vereyim: Bakın dostlar, Osmanlı dönemine, Selçuklu dönemine ve tüm kadim Türk dönemlerine ait tüm belgelere sahibiz, kuşkusuz hepsi divanlarda ve arşivlerde mevcuttur. Örneğin: Günümüz Türk profesörleri, Osmanlı döneminin edebi söylemini modern Türkçede yeniden üretemezler. Osmanlı dönemi edebi söyleminde, her eserin her cümlesi tatlı bir müzikle doluydu. Bu, kelimelerin zengin kullanımından kaynaklanıyordu. Cümlenin müziği "kelimelerle" tatlandırılmıştı. Diyelim ki on dakikalık bir deneme yazıyorsunuz. Osmanlı döneminde, bu makaleyi edebi bir dille yazan kişi, Günlük dilde pek kullanılmayan sözcükler kullanmaya çalışmış, her yazar farklı sözcükler kullanmıştır. Bu belge arşivlerde mevcuttur ve Türkiye'nin asil halkını cahil ilan eden ve Osmanlı ve Selçuklu dönemlerini hor gören bu profesörlerin yazı ve konuşmaları da elimizde mevcuttur ve bunları karşılaştırabiliriz. Bu Profesör, Türk halkının her konuşma ve makalesinde kullandığı kelimeleri kullanmaktadır. Yani Cumhuriyet'ten sonra, Osmanlı edebiyatında var olan her şey göz ardı edilmiştir. Şimdi soru şu: Bu profesörler neden Cumhuriyet'in Türkçe dil bankasına karşı ilgisizdirler ve neden bu bankadaki kelimeleri yazılarında kullanmazlar veya edebiyat üretmekten acizdirler?
Şiirden sonra.
9
Akıl dost düşmandır, ölümlü bu dünyada
Gerçeği bilemezsen, özgür değilsin havada
Bilgi büyük bir güçtür, bellek her karmaşada
Vukufsuz her bir akıl, değersiz taş deryada
Elinde o olmasa, esir düşse başkaya
Köle olmuşsan canım, çaresiz her sevdada
Kendi elinle verme, akıldan kandilini
Akıl elinde olsa, önder sen her davada
Türkçe dil rezervi ortalama düzeyde olmasına rağmen binlerce kelime içermektedir. Bu kelimeler çağdaş Türk edebiyatında kullanılır ve edebi tahlil kültürü yaygınlaştırılırsa, Türk dili daha da zenginleşecektir. Şimdi bu soruların cevaplanması gerekiyor: Soru: Sıradan insanlar günlük konuşmalarında bu kelimeleri kullanmalı mıdır ki Türk âlimleri onlara cahil demesin? Bu, sıradan insanların sorumluluğu mudur, yoksa aydınların sorumluluğu mudur? Bir ülkenin tüm nüfusunun cahil olması mümkün müdür? Bilgi eksikliği varsa, bu o ülkenin aydınlarının suçu değil midir? Başka bir soru: Türk âlimler arasında edebiyat kültürü zayıfsa ve bu âlimler edebiyatın önemini kavrayamıyorsa, Türkiye'de ulusal bir edebiyat yaratılabilir mi? Eğer öyleyse, bu yaratım nerede?
Türkiye'de devlet ve özel basında ve sosyal medyada edebiyat diye bir şey var mı? Yıllardır sosyal medyada Dari, Farsça ve Özbekçe yazılar yazıyordum, sonra Türkçe yazmak istedim. Gördüklerim beni şaşırttı çünkü 15 günde yazılan Dari, Farsça ve Özbekçe edebi makaleler, analizler ve şiirler Türkiye'de bir yılda bile yayınlanmıyor. Kimse ilgi göstermiyor malum edebi tartışma kültürü yok. Öte yandan, Türk sosyal medyası çocuksu "fotoğraflar" ve videolarla dolu. Türk basını da sosyal basını bu mantıkla anlıyor ve tanımlıyor. Ancak Türk profesörler televizyonlarda bilimsel tartışmalar yapıyor ve Türk insanını üst sınıf olarak sunuyorlar, oysa onlar Türk tarihi ve edebiyatı hakkında hiçbir şey bilmiyorlar. Türkiye'nin Divan edebiyatı ülkelerinin ağabeyi konumuna gülelim mi, ağlayalım mı, yoksa boyun eğelim mi?
Türk edebiyatının içeriği ve özü kendini tanımlayamaz Zira Cumhuriyet'ten sonra saray edebiyatı göz ardı edilmiş ve Türk edebiyatı Batı edebiyatına yönelmiştir. Ancak Batı edebiyatını kullanarak milli bir Türk edebiyatı yaratamamıştır. Sadece ruhunu Batı edebiyatında yansıtmaya çalışmıştır. Şunu anlamalıyız: Saray edebiyatını anlamadan Batı edebiyatı anlaşılamaz. Batı edebiyatı, İtalya'nın Sicilya adasındaki saray edebiyatıyla başlamıştır.
Horasan edebiyatı, aynı zamanda Divan edebiyatı ve Doğu edebiyatı olarak da bilinir, Horasan'da doğmuş ve geçtiği her bölgede o bölgenin tarihi ve kültürüyle harmanlanarak yeni bir üslup yaratmıştır. Sicilya adasında bu edebiyat, Sicilya edebiyatı olarak bilinen eserler üretmeye başlamış ve daha sonra Batı etkileriyle harmanlanarak Sicilya edebiyatı adı altında Batı'ya yayılmıştır. Sicilya edebiyatı, gittiği her ülkede o bölgenin tarihi ve kültürüyle harmanlanarak yeni bir üslup yaratmıştır. Örneğin Fransa'da bu edebiyat Fransız tarihi ve kültüründen etkilenmiş, İngiltere'de ise yeni bir üslupla gelişmeye devam etmiştir. Ancak bu edebiyatın merkezi Sicilya'dır ve Sicilya edebiyatı, Divan edebiyatının etkisi altında ortaya çıkmıştır.
8. ve 9. yüzyıllarda Horasan'da başlayan, Hindistan, Ortadoğu ve Sicilya'ya kadar uzanan ve Batı edebiyatının Sicilya'da başlamasını sağlayan bu yolculuk, şair ve yazarların divanlarının varlığı sayesinde güneş gibi parlamaktadır. Hiç kimse bu şair ve yazarların divanlarının mantığını inkâr edemez. Örneğin: Shakespeare'in şiirinin mantığını inkâr edebilir mi? Bu şiirin mantığı Sicilya edebiyatından ayrılabilir mi? Sicilya edebiyatı saray edebiyatından ayrılabilir mi? Eğer ayrılabilirse, saray edebiyatına karşı ne gibi bir kanıtı var? Şimdi soru şu: Cumhuriyet'ten sonra Türk edebiyatı saray edebiyatından uzaklaşmış ve Batı edebiyatına teslim olmuştur. Batı edebiyatına Türk üslubu enjekte edebilmiş midir? Öyleyse, Türk tarihinin ruhunu ve Türk halkının kültürünü yansıtan Batılı yüzlü bir edebiyat var mıdır? Bu Türk profesörleri neden çoğu zaman cehaletlerinden dolayı kendi tarihlerini ve Türk edebiyatını küçümsüyorlar? Batı, Türk gençliğinin zihninde medeniyetler yurdu, Doğu ise cehalet yurdu haline gelip Türk gençliği Batı'ya esir düşerse, Batı'da veya Doğu'da Türkiye'ye değer verecek kimse kalır mı? Kendi cehaletleri yüzünden Batı'ya köle olan bu profesörler, Türkiye'nin onurlu halkı bu büyük ihanetin ne zaman farkına varacak?
Şiirden sonra.
10
Sonsuza kadar yeşil kal kalbimin tek baharı
Göçmen bir kuşum sana kalbimin Nevbahar'ı
Kanatlarımı açtım buğulu ellerine
Dalgın bakış’ la baktım bu kalbin tek Nigar'ı
Yazdım ben levhasına kalbimin aşkına
Kanımla ruh yarattım canımın can Anarı
Aşkın görkemini senden bu kalbe koydum
İnce incisin bana hayatın itibarı
Güzelliğini çizdim sevgilimin boynuna
Türkiye’m kalbimdesin bu kalbin Nevbaharı
Atalarımın kanı dökülmüş süslü ziynet
Horasan zaferi bu Anadolu rüzgârı
Bu zer veren toprağa canım feda Türkiye’m
Göçmen bir kuşum sana Horasan dilaveri
Bu profesör eğer dil bankasını yazılarında ve konuşmalarında kullanabilseydi, şu mantık ortaya çıkardı: Örneğin, cümlenin anlamını anlayabilirdim, ancak yeni kelimeler beni sözlükte kelimelerin anlamlarını bulmaya yönlendirirdi.
Sevgili dostlar, her dilin iki dili vardır: biri halk dili, diğeri ise edebi dil. Her ülkenin yerel dilinin kendine özgü bir mantığı vardır. Şüphesiz yerel dil her gün kullanılan bir dildir, ancak edebi dil, edebiyatı aracılığıyla halkın dilini yabancı dillerin zararlarından korumak zorunda olan bir dildir. Bunun koşulları vardır: "Dil bankasındaki tüm kelimeler kullanılmalı ve halka duyurulmalıdır." Cümle yapısı, okuyucuya anlam aktaracak şekilde yapılandırılmalı, aynı zamanda her okuyucunun zihninde çeşitli sorular uyandırmalı ve onu kelimelerin anlamlarını dilbilim yoluyla incelemeye zorlamalıdır. Her edebi eser, yazarın güvenilirliğini korumak için güçlü bir mantığa sahip olmalıdır. Bir edebi eser yazılacaksa, o halkın ve o halkın tarihinin kokusunu taşımalıdır. Yani, ulusal kimliğini içsel içeriğiyle ifade edebilmelidir. Şimdi soru şu: Bir Türk profesörü, halkının edebiyat tarihini bilmiyorsa, ulusal dil ve edebiyat hakkında bilimsel bir tartışma yürütebilir mi? Divan edebiyatının tarihsel dönemini bilmeyen biri, Batı edebiyatını asla bilemez. Yani, Türkler olarak ulusal edebiyatımız bu kadar önemliyken, Emir Ali Şir nevai'yi bilmeyen ve Divan edebiyatının Batı edebiyatı üzerindeki etkisini bilmeyen biri, Türk dili ve edebiyatı hakkında mantıklı düşünebilir mi?
Diyelim ki belirli kelimelerin anlamlarını öğrenmek için dilbilime başvurdum. Gözlerim ve zihnim her ziyarette onlarca yeni kelime görmüyor mu? Hafızam kelimeleri öğrenmiyor mu? Edebiyatın bu sırrının ardındaki mantığı anlamayan bir profesör ile bu konuda hiçbir şey bilmeyen bir gazeteci neden edebiyatı tartışıyor?
Şiirden sonra.
11
Manadan ki çıktım ben dönüşteyim ayrı yüz
Ayrı bir yüze düştüm madde oldum özsöz
O sen bu sen dediler yüklediler büyük yük
Bensiz beni verdiler bırakıp insanlı söz
Yetmiş yedi tanımdan anlamadım İnsanı
Manasız tanımlardan görmedim anlamlı doz
Bilinçsiz bir haldeyim gizem içinde benim
Tercih elde olmasa insaniliğim siyah buz
Ne yaptın söyle felek özden beni ayırıp?
Bir dramın içinden ararım yalnız bir koz
Soru şudur: Biz Horasanlılar, Batı edebiyatının Sicilya adasındaki Divan edebiyatının etkisiyle ortaya çıktığını iddia etmemizi sağlayacak hangi tarihsel belgeye sahibiz? Cevap: Dünyadaki her edebiyat şiirle başlamıştır. Muhakkak şiir, edebiyatın en yüksek biçimidir. Dünya şiirini incelediğimizde, Divan edebiyatı üslubu dünya şiiri arasında yüksek bir konuma sahiptir. Örneğin, Shakespeare'in şiirleri Sicilya sone üslubuyla yazılmıştır. Ancak Fransız edebiyatı aracılığıyla İngilizceye ulaşan bu üslup, İngiliz doğasını Fransız ve İtalyan doğasıyla birleştirmiş ve oradan İngiliz üslubu ortaya çıkmıştır. Şimdi soru şudur: Shakespeare'in sonesinin onun hafızasında belirdiğini ve bu şiiri kendisinin yarattığını iddia edebilecek biri var mı? Kimse iddia edemez, kesinlikle insanlık tarihinde insan değerleri uzun yıllar boyunca tarihin farklı aşamalarından ortaya çıkar. Batı edebiyatını incelediğimizde, bu edebiyatın 13. yüzyılda İtalya'nın Sicilya adasında başladığını görürüz. O yüzyılda Fransa, İngiltere veya diğer Batı topraklarına gittiğimizde en temel edebiyata bile rastlamayız. Sebebi, o dönemde Batı'nın cehaletin kölesi olmasıdır. Batı edebiyatını incelediğimizde, ilk üslubun Sicilya'da ortaya çıktığını, ardından Fransa'ya, ardından İngiltere'ye ve diğer Batı topraklarına ulaşarak bir aydınlanma çağını ateşlediğini görürüz. Argümanımın mantığı, Batılı yazarların divanlarında güneş gibi parlar. Şimdi soru şudur: Sicilya yaklaşık iki yüz yıl Müslümanların kontrolü altındaydı ve o zamana kadar Ortadoğu Türklerin eline geçmişti ve Horasan divan edebiyatı, Irak üslubu adı verilen yeni bir üslup yaratmıştı. Irak üslubu, Horasan üslubundan üç hatta dört yüzyıl sonra divan edebiyatında ortaya çıktı. Irak üslubundaki divan edebiyatının gazel üslubu yeni bir gelişmeye yol açtı ve Ortadoğu ve Sicilya edebiyatıyla ilgilenenlerin dikkatini çekti. Şimdi soru şudur: Sicilya adasının sone (sonnet) üslubu neden divan edebiyatının gazel üslubuna benzemektedir? Başka bir soru: Sicilya sone şiiri 13. yüzyılda ortaya çıktı, ancak bu üslup 10. yüzyılda Horasan'da varlığını sürdürdü ve 13. yüzyılda Orta Doğu'da en yüksek gelişme aşamasına ulaştı.
Not: Arapça değil, Darice ve Türk dili ve edebiyatı ile ulaştı.
Öyleyse, biz Horasanlıların o dönem şairlerinin divanlarının içeriği hakkındaki iddialarını kim çürütebilir? Dünya medeniyetleri kervanında medeniyetler birbirlerinden ilham almadı mı? İnsanlık tarihinde, dünyanın kadim medeniyetlerinden çok uzakta gelişen bir medeniyet var mıdır? Yunan medeniyetinde sone tarzı gibi bir üslup var mıydı? Yoktu, elbette bu üslup divan edebiyatı medeniyetinde ortaya çıkmıştır. Tüm bu iddia, dünya şairlerinin divanlarıyla güneş kadar açıktır.
Şiirden sonra.
12
Misk kokulu zülüflerini rüzgâr her yana atmış
Koku saçmış saçlarından bir bir gül aşka satmış
Cim harfe benzemiş gülüm Halka halka zülüfleri
Aşktan tuzak, tuzak, tuzak aşka derdinden katmış
Tılsımlı güzel gözden, hüner Yansıtmış bu sır
Tatlı şirin gamzeleri sevin bir halden tatmış
Günce gül açılmamış gül dudaklarından gülümse
Aşk hüneri sanattır hüner aşka hep batmış
Biz Türkler şu soruya cevap vermeliyiz: Atalarımızın çadırlarından ve Orta Asya'nın hikâyecilik kültüründen doğan divan şiiri, Horasan'daki (Afganistan Özbekistan) Türk sultanlarının saraylarında olgunluğa erişmiştir. İlk dönemini Horasan üslubuyla başlatmış, sonra Ortadoğu ve Hindistan'a geçerek Irak ve Hint üsluplarını şekillendirmiştir. Batı edebiyatının mumunu Sicilya'da yakmıştır. Doğu ve Batı şairlerinin divanları aracılığıyla bu tarihi dönüm noktaları, biz Horasanlıların elinde güneş ışığı gibi mevcuttur. Cumhuriyet'ten sonra bu değerli hazine neden Türkiye'de çöpe atıldı? Neden Türk dilinin yapısının divan şiiri yazmaya uygun olmadığını iddia ettiler? Bu iddiayı ortaya atanlar, şiirin her dilin formatına uygun olduğunu anlamıyorlar mı? Divan edebiyatından bir şiir yazıp inceleyerek iddialarını ispat edebilecek en az bir kişi var mıdır? Varsa kimdir bu kişi? Türk profesörlere soru şu: Türkiye'de Türkçe çok az kelimeyle yazılıyor ve dünya bu edebi yoksulluğu görüyor. Öyleyse neden bu ülkedeki Türk profesörler Türkiye'deki bu edebi yoksulluğun nedenini anlamıyor ve Türk halkını, Osmanlıları ve Selçukluları suçluyor?
Tarih boyunca hayatlarında en az bir kez Horasan'ı (Afganistan, Özbekistan) araştırdılar mı? Biz Horasan halkı olarak onların cehaletine boyun eğip Türkiye'yi Türk devletlerinin ağabeyi olarak mı kabul etmeliyiz? Ağabey olmanın kendine has şartları yok mu?
Şiirden sonra.
13
Aşkına kurban ben, bana sen şeytan de
Yoluna köle düştüm, canıma kurban de
Gidersen bensiz gitme, al yanında sen beni
Aşk kervanında beni, can feda bir can de
Adımı söylemeden, bana köle de desen
Üzülmeceyim ruhum, aymaz bir nadan de
İstersen canım beni, kapına bir bekçi yap
Eğer ki sorsalar, aşkıma hayran de
Bensiz gitme canım, kendinle beni götür
Ruhum senin esirin, bu kul bir canan de
Biz Horasan halkı, dünya medeniyetine sayısız manevi değer kazandırdık; bu değerlerden ikisi her bakımdan kıymetli ve değerlidir. Biri Divan edebiyatı, diğeri ise seküler (Laik) yaşam biçimidir. Divan edebiyatını Ortadoğu'ya Arapça olarak "İlm-i Aruz" adıyla tanıttık. Arapça, Kur'an edebiyatının etkisiyle İslam dünyasının yazı dili haline gelmişti, bu yüzden Arapçaya yapılan bu giriş daha mantıklıydı. Ancak edebiyatımızın tarihinden habersiz olanlar, Divan edebiyatını Araplara mal ederek cehalete düşmüşlerdir. Şüphesiz şairlerin Divanları, tıpkı güneş gibi, gerçeği yansıtır.
Soru şudur: Aruz ilmini veya hece şiirini öğrenerek şiir yazılabilir mi? Büyük şairler aruzdan yola çıkarak şiir yazmış mıdır? Özbekçe ve Darice aruz ve hece şiiri üzerine kitaplar yazdım, amma okuyanlara aruz ilmini öğrenmelerini lakin asla bunlara kapılmamalarını tavsiye ettim, kuşkusuz bunlar kimseyi şair yapmaz. Aksine, başlangıçta şiir arzusunu yok ederler. Örneğin, gençlere bu iki şiir biçimi ve bu biçimlerde şiir yazmayı öğretirseniz, şiir yazmaya cesaret edebilirler mi? Bu eğitim bir şiir edebiyatı kültürü yaratabilir mi? Asla!
Şiirden sonra.
14
Gül gül ay ışığında, yüzünü güzel gördüm
Cennetten inen bu gül, ince yüreği sürdüm
Geçmiş hayallerimden, aynaya baktım sana
Sanem dedim bu güle, çaresiz olup durdum
Camdan bade neşeyi, Nergisinden içelim
Eski halim den çıktım, cihanı güzel gördüm
Bu yaşamın anlamı, tercimizden geliyor
Tercihsiz senden oldum, yoluna hep yürüdüm
Şems olan yüreğimdir, dalga, dalga iniyor
Gül gördüm bu çiçeği, yüreği ona sürdüm
Aruz ölçüsü, eğitimcilerin ve dilbilimcilerin elinde olmalıdır. Çünkü şairlerin şiirini ölçmenin akademik yöntemidir. Zor ve çok karmaşık bir sistemdir. Bu yöntemle şiire ilgi duyan olur mu?
Başka bir soru: Şiir yazan şair ilk kelimesini bile bilmez, zira şiir bireyin ruhunda olan şair tarafından yazılır. O birey şiirin ölçüsünü düşünebilir mi? Yani her şeyi planlayıp mühendislik yaparak şiir yazabilir mi? Şiirin ve edebi kültürün sırrını kimsenin bilmediği, sanatın icrasının devlet tarafından dikte edildiği bir toplumda şiir ve edebi kültür yok olur.
Şimdi soru şu: Aruz ölçüsünü hangi mantıkla elde ettiler?
Cevap: Her insan havayı ciğerlerine çeker ve sonra dışarı verir ve o anda bir ses çıkar. Bu sese “dil” denir. Bu sesin doğasında iki enerji vardır. Yani iki ayrı ses vardır. Bu iki ses birleşerek tek bir ses olur ve bu ses kendi anlamını bulur. Örnek: Gül! Şimdi Gülü harflerle yazıyoruz. Gül üç harfle yazılır. Bu kelimenin iki harfi ünsüzdür, yani bu iki sesten biri akciğerlere hava alınarak oluşur ve Bunlar ham maddelerdir. Örnek: un ve tuz! Şimdi un ve tuzdan ekmek yapmak istiyoruz, peki neye ihtiyacımız var? Suya ihtiyacımız var malum su olmadan ekmek yapmak imkânsızdır. Konuşmada, ünlüler olmadan da konuşma imkânsızdır. Su, akciğerlerdeki havanın oluşturduğu bir diğer sestir. (Bunlar seslerdir, harfler değil. Sesleri temsil etmek için harfleri kullanırız.) Su gibi, bunlardan en az 8 tane vardır, ham maddeleri pişmiş ürünlere dönüştürürler. Yani ünlüler ve ünsüzler iki tür sestir. Ciğerin doğası bu ikisini hava ile oluşturur. Gül dediğimizde, iki ünsüzle bir ünlü bu telaffuzu verir. Ünsüzler sabittir ancak ünlüler hareketlidir. (Ünlülerin hareketi ünsüzlerin sesini belirler.) Örnek: Su, ekmeği pişirmek için unu yoğurur. Bazı fırıncılar hamuru daha yumuşak yapmak için daha fazla su kullanırken, diğerleri daha kalın yapar ve ekmeğe farklı bir tat verir. Yani her fırıncı kendi becerisini kullanır ve ekmeğe bir tat verir. Pişirmenin sırrını öğrenmeye çalışanlar formüller ve yöntemler kullanır ve her ekmeğin lezzetini belirtirler. Şiirde var olan mantık budur ve biz bu mantıksal bilgiye şiirsel ölçü adını verdik. Şimdi soru şu: Bu mantığı yanlış anlayan ve şiirsel ölçüyü gençlerin şair olması için bir koşul olarak sunan bir toplum hata yapmıyor mu?
Şiirden sonra.
15
Sevdan bir kuş misali, geldi Kalbime kondu
Sonbahar olan kalbim, sonsuz bahara döndü
Bir bahar akşamında, ben senle bana uçtum
Uçurdum acıları, aşkından içki içtim
İçilmiş aşk içkiden, çoğu günaha batmış
Bu gizemin sırrından, öğrendim bu hayatmış
Günah olsa da olsun, dönemem ben bu aşktan
İçerim bu aşk için, göz kaş bu ışıktan
Şairlerin şiirlerinin içeriğini belirlemek için ünlü seslerin biçiminden ve içeriğinden bu formülü oluşturmuşlardır. Peki, hangi şair ölçü kuralını kendisine rehber edinerek şiir yazabilir? Şair şiiri özgür bir ruhla yazmalıdır ve dilbilimciler ve eğitimciler her şiire düşüncelerini ölçü formülüyle ifade edebilirler. Esasen şiirin tabiatında bütün şiirsel ölçüler mevcuttur. Eğer bu doğruysa neden şiir ve edebiyatın doğasından bir şiir ve edebiyat kültürü yaratmıyoruz? Divan şiirinin mantık esaslarını neden öğrenmedik ve bu kıymetli inciyi neden başkaları adına tanıttık?
Şiirden sonra.
16
Geldin sen feda bu canım, bu hal'e şimdi niye?
Düşmüşüm son nefesime, söyle gül imdi niye?
Zamansız gelse bir ilaç, güzaf o olmaz o bahar
Faydasız o bir nafile, kimyasız olmaz Gülizar
Dilekler tercih de olsa, düşmüşüm son nefesime
Yalnızca belki bir an var, ne yarar bu hevesime?
Nazlı gül ben gençliğimi, vermedim ucuz her Naza
Başıma karı yağdırdın, bu alay şaka mı haza?
Vay ki bu isimsiz yıllar, geçti ömrüm kısa olup
İhmalim başıma vurmuş, sensizlik gam niye dolup?
Uğursuz bu takdirimdir, güzel bir yazgı yazmamış
Mecnuna leyladan nişan, mümasil niye kazmamış?
Kahretsin gözlerimde sen, gelmedi uyku geceler
İmdi ki alaylı geldin, bu mudur altın külçeler?
Gökyüzü cümle aşıklar, tasayı ben için almış
Üzüntüm kalbim yemeyi, sevincim niye dağılmış?
Hicran'ın sonbaharında, kara sevdalı bu bülbül
Son nefese niye yarar, güneşsiz açılsa bir gül?
Aruz ilmi neden Arapça yazıldı da neden Türkçe ve Darice yazılmadı?
Bu değerli konuya değinmeden önce Ortadoğu'da iki olayın yaşandığını söylemeliyim. Biri İslam'dı, diğeri de Horasan Türklerinin İslam'daki rolüydü. İslam, Kuran edebiyatının elindeydi. O dönemde Kur'an edebiyatı Ortadoğu ahlak anlayışıyla uyuşmuyordu. Kuşkusuz Ortadoğu'nun edebi edebiyatı Kuran edebiyatına kıyasla çok zayıftı. İnsanlık tarihinde "ihtiyaç yaratılışa sebep olur." Ortadoğu'nun edebi edebiyatı Kuran-ı Kerim edebiyatına yaklaşmak zorundaydı, bu yüzden o dönemde dilbilimciler ortaya çıktı ve bunlardan biri de "El-Halil bin Ahmed" idi. Bu dilbilimcinin Horasan ile çok yakın bir bağlantısı vardı. El-Halil bin Ahmed'in Horasan ile ilişkisinin mantığını incelersek, Horasanlılar bu dilbilimcinin Arapça bilgisine ihtiyaç duyuyorlardı ve bu dilbilimcinin de Horasanlıların deneyimine ihtiyacı vardı. Tabii ki bu dilbilimci Arapçada akıcıydı ve o dönemde Horasanlılar Arapça öğrenmeye çalışıyorlardı zira ekonomik ilişkiler ve askeri ilişkiler yeni avantajlar yaratıyordu. Bu dilbilimci Arap diline büyük bir hizmette bulundu. Hatta Araplar arasında edebî edebiyatın bu dilcinin ilmi ve yönlendirmesiyle zirveye ulaştığı bile söylenebilir. Ortadoğu'daki edebiyat son derece zayıftı şüphesiz Ortadoğu'dan değer verebileceğimiz hiçbir edebiyatımız yok. Ortadoğu'da Kur'an-ı Kerim edebiyatına uygun bir edebiyatın var olduğunu varsayalım; o zaman "Kur'an-ı Kerim insanlar tarafından yazılmıştır" diyebiliriz. Şimdi soru şu, eğer güçlü bir edebiyat varsa, neden bugün bunun hiçbir belirtisi yok? Diyelim ki güçlü bir şiir ve edebi kültür vardı, neden Kuran gibi kitaplar yazılmadı? Başka bir soru: Güçlü bir şiir ve edebiyat varsa, El-Halil bin Ahmed ve diğer dilciler neden ortaya çıktı? Gerekli olmasaydı, ortaya çıkarlar mıydı?
Şiirden sonra.
17
Bakışları tantana, çift nergisi naz saçıyor
İçeyim bade versin, beni yalnız o açıyor
Leyla gül güzel esendir, naz ile herkesi yakmış
Her mecliste kırmızı gül, ondan güzellik akmış
Atmış o gül yalnız yola, aşk demiş şahbaz lokmaya
Kader biçmiş takdirime, Köle demiş göz akmaya
Dolaysız söylesin o, bu zulümle aşk yürür mü?
Güvercini göze tutmaz, bu zulümde yar durur mu?
Horasan'a seyahat eden El-Halil bin Ahmed, Horasan'daki şiir kültürünün Divan edebiyatı seviyesine ulaştığını ve bu kültürün o dönemde Ortadoğu ve İran'da var olmadığını gördü. İran coğrafyasının adı bilginlerin dilinde değildi. Zira bu coğrafyada bir medeniyet yoktu ve bu coğrafyanın manevi zenginliği Arap istilasıyla yok edilmişti ve bu coğrafya Horasanlılar tarafından kurtarıldıktan sonra Horasan medeniyetiyle yeniden canlandırıldı. El-Halil bin Ahmed yarı Horasanlı yarı Arap'tı, çünkü hayatının bir kısmını Horasan'da geçirmişti, bu yüzden Divan edebiyatındaki şiirin kalbinden "Aruz ilmini" yazdı. O bir şair değildi, bir dilbilimciydi ve Horasan şairleriyle yakın ilişkileri vardı.
Şiirden sonra.
18
Sevdim seni Antep'ten, göğsüm bu aşka mail
Antep fıstığı ey gül, ongunluk hal’e menzil
Gel konuşalım fıstık, ordan burdan bu aşktan
Sana ezelden geldim, her buyruğuna sahil
Bahçemin delisi sen, divanesi bu uşak
Feda uğruna yansam, her fermana bu kail
O güzel göze kaşa, ben ki kurban Antep'e
Yalıçapkını bu kız, peri yüzlü şemail
Taşıyor umudum aşkımdan, çağlayandır her anım
Erguvan bu aşka baksam, marifetli menzil
Sana ezelden yandım, göğsüme sancı verip
Söylemiyorum sensiz, özledim derdim dâhil
On Parmakta marifet, Yalı çapkından bu kız
Gül isim seyran isim, ahlak edepten Halil
Şiir kültürü, bugün olduğu gibi, Horasan halkının hayatında yüksek bir yere sahipti. Hangi dilde ve kim tarafından yazılmalıydı; bir şair tarafından mı, yoksa bir dilbilimci tarafından mı? Bu soruyu cevaplamak için Horasan âlimlerinin kitaplarına bakmamız gerekir. O zamanlar Horasan'daki her âlim Türkçe ve Daricenin yanı sıra Arapça da yazıyordu. Her Türk âlimi üç-dört dilde eser yazmıştır. Bu nimet Perslere, Araplara, Hindulara veya diğer ırklara bahşedilmemiştir. Bu büyük tarihi anlayabilir miyiz?
(Not: Her Afgan Türkü anadilinin yanı sıra en az üç dil daha konuşur. Çoğu dört veya beş dil bilir. Diyelim ki önemli bir dünya haberi, derinlemesine analiz içeren bir rapor gerektiriyor. Dilleri bildikleri için, en az beş komşu ülkenin basınından, farklı kaynaklardan, aynı anda detaylı bir analiz alabilirler. Bu, ne Sovyetler Birliği'nin ne de NATO'nun anlayamadığı bir nimettir. Afganistan tarihinin de kanıtladığı gibi, dünyanın en büyük gücü edebiyat ve gerçek bilgidir. Bu bereket Horasan coğrafyasından geliyor. Yeraltı kaynakları bakımından zengin bir coğrafya olan Horasan coğrafyası, dünya siyasetindeki coğrafi konumu nedeniyle önemli hükümetlerin bu ülkeye olan sevgisini ve ilgisini artırmıştır. Örneğin, Orta Asya ve Güney Asya hükümetleri bu ülkenin iş birliğine ihtiyaç duymaktadır ve bu nedenle Afganistan, Özbekistan ile birlikte gelecekte Türk dünyasında lider konuma gelecektir, çünkü Peştunların Özbeklerin stratejik dostluğuna ihtiyacı vardır. Bu coğrafyanın öneminin bir başka örneği de, Kabil'den bir savaş uçağı uçtuğunda, Güney Asya ülkeleri, Çin, İran ve Orta Asya'nın stratejik noktalarının uçağın radarında olacak olmasıdır.)
Şiirden sonra.
19
Karlı Dağlar Kara bulut içinde
Yayılmış kış soğuk hava uçunda
Düşmüş yolum Karlı Dağlar yolundan
Yarım için soğuk hava kolundan
Sevdalıyım bu yola gidiyorum
Can feda yar için ediyorum
Göğsüme hevesim var, içmeden sarhoş ben
İstek yalnızca yardır, bu dürümden hoş ben
Fikrimde yıldızım aylar hiçinde
Yayılmış kara savda Zülfi yaylar hiçinde
Bahar gelmiş yarım benle evlenmiş
Bir tek bana Yüreğinden güvenmiş
Gidiyorum bu hayalle yoluma
Aşkım için bakmadan sağ soluma
Karlı Dağlar kara bulutu saçın
Bu yolun en Sonunda, bana güleri açın
İşkilsiz Kur'an edebiyatı büyük bir etkiye sahipti. Yani herkesi büyüleyen bir mucize vardı ve o mucize Kur'an edebiyatıydı. Bu mucize, Divan edebiyatı şairlerinin çoğunun Arapçayı öğrenmesini ve Kur'an'ın her ayetinin manasını kavramasını sağlamıştır. Divan edebiyatı şairlerinin Kur'an-ı Kerim'i bütün yönleriyle bildikleri ve bu kültürün devam ettiği bir gerçektir.
Şiirden sonra.
20
Gamzesi le can yaktı, ona ben köle oldum
Rint halımı bırakıp, güzelliklerle doldum
Ateşiyle düştüm ben, aşk alevin içinde
Adına aşk dediler, kendime bakıp güldüm
Sessiz bir tatlı güle, Tapınma hayırlımı?
Eski Güç’ü bırakıp, solmuş gül gibi soldum
Sanki İsa nefesi, ölümüme lütuftur
Kalpta yanan ateşle, doğru yolumu buldum
Bir bardak mey içinde, aşkıma göz gezdirdim
Cemali yansımıştı, içmeden sarhoş oldum
Hepsi bir rüya iken, fakirin uykusunda
Yağmurun sesiyle, uyandım saçı yoldum
Halil ibn Ahmed, şairlerle işbirliği yaparak Divan edebiyatı şiirinin kalbindeki şiirsel ölçüleri ilk tespit eden kişiydi ve "Kitab al-Aruz" adlı bir kitap yazdı. (İddia) Bu kitapta, Divan edebiyatı şiirinin kurallarını Araplara tanıttı. Bunu neden Araplara tanıttı? Cevap: Ortadoğu'da şiirin ulusal bir kültür olarak gelişmesi imkânsızdı. Şimdi bile Ortadoğu zihniyetiyle bu imkânsız. Şiir ve edebiyat Ortadoğu ikliminin etkisi altında çok düşük bir seviyedeydi. Bu iklim Ortadoğu halkını asi yaptı ve bu yaşam biçimi devam etti. Örneğin: Ortadoğu tarihi boyunca bu insanlar hiçbir zaman Tanrı'nın rehberliğine yüzde yüz boyun eğmediler ve sürekli isyan halindeydiler. Bu iklimin etkisi Ortadoğu'nun her tarihinde her grubun kendi kitabı ve her grubun kendi dini vardı, ancak bu grupların tüm dinlerinin isimleri görünüşte aynıydı. Örneğin: Ortadoğu'da her grubun kendi kitapları vardır ve onlar için bu kitaplar Kuran kadar yetkilidir. Bu ruh Ortadoğu'da her zaman var olmuştur. Bu ruh şiire ve saray edebiyatı gibi belirli bir edebi kültüre izin vermiyordu.
Şiirden sonra.
21
Şarkı söyle ey şafak, yürek gül gül açılsın
Sarhoşluk başa vurmuş, aşk yeniden saçılsın
Doğasından yansımış, güzel buğulu tasvir
Filizlenmiş ümidi, aşka koymamış sabır
Mutluluğumun sırrı, kalbimde gül yatıyor
Nere gidiyim Kağanım, yürek sana atıyor
Övgülerim hep sana, söyleyecek çok şey var
Altın takı sen bana, hissimden ruh can yar
Kırmızı gül dökülmüş, atalarımın kanı
Boyanmış Bayrağımız, kutsal olmuş her anı
Bir ses bahardan geldim, Hindukuş dağlarından
Cana canı getirdim, horasan bağlarından
Bu mantık şu anda bile var, bu yüzden Orta Doğu'da şiir ve edebi kültür çok zayıf. Bunun yerine, grupların dini uygulamaları çok güçlü ve bu gerçek açıkça görülebilir. Şimdi düşünün, İslam dininin bir kitabı var ve bu kitapta Tanrı'nın her rehberliği güneşin ışığı kadar açıktır. Bir toplumda her grubun kendi dini kitabı varsa, o toplumun İslam'ı karıştırılmaz mı? Horasan İslam'ı ile Ortadoğu İslam'ı arasındaki fark budur.
Halil ibn Ahmed bu kitabı yazdı, ancak şiir kültürünü Orta Doğu'da popülerleştirmeyi başaramadı. Ancak bu kitap, Horasan'ı bilmeyen ve Divan edebiyatını bilmeyenlerin şiir kültürünün ve Divan edebiyatının Araplardan geldiğini düşünmelerine neden oldu.
İnsan binlerce yıl elleriyle yarattığı Puta tapmış ve sonra bunun bir hata olduğunu fark etmiştir. İnsanın "ben’inin" bilinmediği bir toplumda, aklının yarattığı her şeye tapacaktır.
Şiirden sonra.
22
Aşka düşmüş gözlerin, dudaklar bal yapıyor
Ateş olup canıma, Ruhum aşka tapıyor
Günce gül gülüşlerin, bir hayata bedel o
Seni sevmek ne güzel, Kalp işi müstacel o
Sensiz tatlısız hayat, çağlayansız o bir an
Ezgi cücük gelişle, yürek ince erguvan
Bekleme sonbaharı, acı eser rüzgarı
İlkbaharı kokla sen, aşk için gülden narı
İlkbahara buyur sen, bu aşkı şaddan eyle
Göğsüne al sen beni, aşk kokusuyla bele
Şimdi soru şu: İnsanlık tarihinde bir yaşam tarzı kısa bir sürede yaratılabilir mi? veya tek bir kişi veya grup tarafından yaratılabilir mi?
İnsanlık tarihine bakarsak, her yaşam tarzı iklim ve coğrafyanın etkisi altında çok uzun bir zaman diliminde yaratılmıştır. Coğrafya ve iklim, insan yaşamındaki her olgunun anasıdır. Örneğin, feodalizm Batı'da çok sert bir görünüm sergilerken, Doğu'da daha ılımlı bir şekilde seyrini sürdürmüştür. Ancak her iki bölgede de oluşumu uzun yıllar sürmüştür. Oluşumunda ne tek bir kişi ne de bir grup insan rol oynamıştır. Aksine, bu sistemi insanlara uzun yıllar boyunca getiren ve her bölgede farklı bir görünüme bürünen iklim ve coğrafya olmuştur.
İki dünyada yaşama deneyimim var. Hayatımın yarısını Divan edebiyatının hüküm sürdüğü ülkelerde ve Rusya'da, diğer yarısını ise Türkiye'de geçirdim. Türkiye'de bazı Türkler kendilerini laik olarak görür ve laiklik Türk anayasasında güvence altına alınmıştır. Bu grup, Afganistan, Özbekistan vb. ülkelerden Türkiye'ye gelen göçmenleri kendilerinden alt bir sınıf olarak görüyor. Başka bir deyişle, bu ülkelerin insanlarının seküler yaşam hakkında hiçbir şey bilmediğine ve Üçüncü Dünya'nın bir parçası olduğuna inanıyorlar. Üçüncü Dünya, Üçüncü Dünya, Üçüncü Dünya… Ancak bazı Türkler de kendilerini Müslüman olarak görürler. Bu Müslümanlar da kendilerini daha üstün bir sınıfta görüyorlar, sanki Allah'a bir adım daha yakınlarmış gibi. Örneğin, bu gruba: “Siz laik misiniz?” diye sorduğumuzda, aldığımız cevap: “Elhamdülillah Müslümanız.” Türk televizyonlarında, Türk aydınları Türk halkını iki gruba ayırır, biri “laik”, diğeri “Müslüman” veya “İslam mirasının koruyucuları” olarak tanıtır. Şimdi düşünün, Türkiye Türk anayasasına göre laiktir. Bu, Türk halkının yaşam tarzının anayasada laik olduğu anlamına gelir, dolayısıyla hiç kimse Türk halkını laik ve İslami gruplara ayıramaz. Aksi takdirde anayasayı ihlal etmiş olurlar. Ancak halkın içinde bir grup kendini üst sınıftan laik olarak görürken, bir diğer grup da kendisini Müslüman olarak tanımlar ve Müslüman olmaktan gurur duyar. Peki şimdi soru şu; Türkiye'de hakim olan üslup laik mi? Bu üslubun bir tanımı var mı? Bir kez daha düşünün: "Bu ülke anayasasında laiktir", ancak Türk nüfusunun yarısı kendini Müslüman olarak tanımlıyor, laikliği hiçbir zaman kabul etmemiş, diğer yarısı ise kendini laik olarak görüyor. Bu yarı Müslüman değil mi? Laiklik Müslüman olmamak mı demek? Laikliği doğuran biz Horasanlılar, Türk laikliği bizim Horasan halkımızın laikliğine benziyor mu? Horasan laikliğini benimsemiş Fransız laikliği, Türk Laikliği Fransız laikliğine benziyor mu? Fransa'da veya laik üslubun benimsendiği diğer Batı ülkelerinde, nüfusun yarısı kendini Hristiyan, diğer yarısı da laik olarak mı görüyor? Türkiye'de herkesin bu gerçeği kabul etmesi gerekiyor, Türk laikliğinin kendi tanımı yok, mantıktan uzak bir olgu, ama kimse bu mantıksızlığın farkında değil Çünkü burası Türkiye.
Peki, laiklik nedir?
Şiirden sonra.
23
Bekledim ben gülümü, ama Gülru gelmedi
Geceler şafak söktü, göz konuğu gelmedi
Baş sona çektim öze, dağ dağ derdini
Şer şer can yoldum, bana gül su gelmedi
Söyleyemem arzımı, kimse beni dinlemez
Güneşsiz hayatıma, hissi duygu gelmedi
Yaş döktüm gözlerimden, gizemli diye bu gül
Sırlarla çıktı bu gül, göze uyku gelmedi
Örtüsüz bu aşkımı, Nigâr bu güle attım
Engelsiz Nergisinden, göze gül su gelmedi
Dengesiz oldu hayat, misk kokulu ceylandan
İnce hissime geldim, ama Gülru gelmedi
Laiklik konusuna girmeden önce, Türk televizyonlarından hatırladığım bir anıyı aktarayım. Türk televizyonlarında ünlü bir profesör şöyle der: Avrupa hukuku, Roma İmparatorluğu hukukundan doğmuştur ve Türk hukuku da bu hukukla ilişkilidir. Bu mantıksız ifade neden Türk halkını diğer ülkelerden uzaklaştırıyor? Çünkü bu profesöre göre Avrupa ülkeleri ve Türkiye laik hukukla yönetiliyor ve laik hukukun Roma İmparatorluğu ile ilişkili olduğunu düşünüyor.
Düşünce kültürü yok, Batılılara köle olmuş, Batılılara köle olduğu için Horasan'ı ve Horasan medeniyetini incelemekten utanıyor.
Divan edebiyatının hüküm sürdüğü ülkelerden Türkiye'ye gelen herkes, kısa sürede Türkiye'de şeyh kültürünün hâkim olduğunu ve bu ülkede insani değerler yerine "kişilerin" kutsal sayıldığını hissedecektir. Bunu neden söyledim? Cevap: Bu profesör büyük bir tarih âlimi ve ben de dahil herkes ona çok saygı duyuyor, ancak bu profesöre sözlerinin nedenini soran birini görmedim. Zira Türkiye'de şeyhlik kültürü hâkimdir. Yani bir profesörün ismi ve itibarı, söylediği her sözün doğru olması için yeterlidir.
Bu büyük Türk profesör aklına gelen her şeyi söylüyor. Örneğin: Biz Horasanlılar, sosyal basında Batı'da yaşayan ırkçı Farslarla İran tarihi ve Şehname hakkında birçok tartışma yaptık. Her seferinde elimizdeki tarihi belgeyle kazandık, ancak her seferinde bu büyük Türk profesörün sözlerini yüzümüze karşı kullandılar. İşkilsiz bu üstadın söyleminin mantığı ırkçıların aynı yalanlarıydı ve Türk ve Fars tarihinin gerçeklerinden uzaktı.
Bu profesörün mantığına göre, Firdevsi Şehname'yi yazıp Sultan Mahmud'a sunmuştur. Ancak Sultan Mahmud, çoban bir ailede doğan bir Türk'tü ve Şehname'nin önemini kavrayamamıştı. Dahası, "İran" kelimesi Fars ırkını ifade eder ve Türklerle hiçbir ilgisi yoktur. Bu profesörler bu mantıksızlığı Türk toplumuna yaymışlardır. Örneğin, Türk toplumunda "İran" kelimesi "Farslar" anlamına gelir.
Şeyh kültürü hâkim olduğu için herkes bu mantıksızlığı kabul eder. Bu kültür her sınıfta, hatta ateistler arasında bile mevcuttur. Örneğin, ünlü bir bilim adamı ateistse ve Sofistike konuşuyorsa, kimse nedenini sormaz, Şüphesiz adı ve şöhreti herkesin Sofistikeliğini sorgusuz sualsiz kabul etmesini sağlar. Bir gün, Horasan'da olduğu gibi, Türkiye'de entelektüel kültür güçlenir ve insanlar o profesörlere sorarlarsa: "Ey profesörlük unvanına sahip ve yüksek Prestije sahip saygıdeğer profesör, elinizde belge var mı?" İnanın bana, bu kültür Türkiye'de yayılırsa, profesörler arasındaki "Sofistikelik" azalacaktır. Şimdi soru şu: Avrupa hukuku, Roma İmparatorluğu hukukundan mı türemiştir? Gerçek nedir?
Roma İmparatorluğu, İsa'nın doğumundan önce kurulmuş ve yüzlerce yıl varlığını sürdürmüştür. Bu süre zarfında onlarca siyasi değişime uğramıştır. Kuşkusuz her imparatorluk değişim ve devrim yaşamıştır, çünkü bu hayatın kanunudur. Şimdi, Orta Doğu zihniyetine sahip Türk âlimlere soruyorum: Eğer bu hayatın kanunuysa, bir hukuk bir imparatorluğun ömrü boyunca imparatorluk hukuku olabilir mi? Başka bir soru: Roma İmparatorluğu'nun kanunları Türkiye âlimlerine nasıl ulaştı? Bir kitap aracılığıyla mı? O kitap nerede? Bu dünyanın tarihinde, iki bin yıl önce, yasalar kitapta yazılmış ve Türkiye profesörlerine ulaşılmış, Bu gerçek olabilir mi? Bu, Orta Doğu din çevrelerinde yaygın bir uygulamadır: Yalan söylerler ve yalanları Kuran mantığıyla çelişir ve bu yalana inandırıcılık kazandırmak için ona Peygamber'in hadisi derler. Ya da bu olayı rüyalarında görürler ve ak Sakallı bir şeyh onlara haber verir. Türkiye âlimleri rüyalarında Julius Sezar'a gidip ondan Roma İmparatorluğu'nun kanunlarını mı alırlar? Bu konuya başka bir açıdan bakalım. Batı tarihi, dinler tarihidir. Batı tarihinde "laik" bir tarz yoktur ve bu pek mümkün değil. Örnek: Roma İmparatorluğu'nda Hz. İsa'nın düşüncelerini kabul etmediler ve onu en vahşi şekilde öldürdüler. Hz. İsa Orta Asya veya Hindistan'da olsaydı öldürülmezdi. Batı'da yaşam yasası tek bir düşünceydi ve o da şiddet içeren bir kültüre sahip tek bir düşünceydi. Örnek: Roma İmparatorluğu'nda, eğlence olsun diye köleler spor stadyumlarında vahşi hayvanlarla dövüştürülür ve köleleri öldürmekten zevk alırlardı. Bu kültür Doğu tarihi boyunca var olmamıştı. Şimdi Roma İmparatorluğu dönemindeki bu Batı yasasını Avrupa'nın bugünkü laik yasalarıyla karşılaştırın. Bu iki yasa aynı olabilir mi? Bana göre Türk profesörler tarih düşünmek ve çalışmak yerine çoğunlukla Amerikan filmleri izliyorlar.
Horasan zihniyetinde, biri "Bu Peygamber'in hadisidir" dediğinde, karşısındakinin yüzü donar ve bu solgun ifade şu anlama gelir: "Ey mantıksız! Herkesin Kuran'ı var ve her şeyi biliyor. Cevap ver: "Geçtiğimiz on dört asrın sözlerini nasıl anladın?" Birisi bu konuda bir Divan şairinden bir beyit alıntıladığında herkes gülümser. İşte bu iki düşünce ekolü arasındaki fark!
Şiirden sonra.
24
Sevgi senden gelmezse, gelmez şaşalı onur
Zürriyetsiz mutluluk, azgın hayat akur
Kudurmuş bu aşkımdır, veda derken o an
Çaresiz yürek söyler, ne desin bene buyur
Seni yakalayan ruhum, sensiz kaygı saçıyor
Üzüntüm kendimedir, aklım bilinçsiz şuur
Anladım değerimi, senle onu bulmuştum
Eğer bensiz gidersen, hayatım güneşsiz gur
Tatlı dudaklarından, hayata anlam versen
Anlamlı hayat için, lütfen benimle dur
Şimdi Fransız Anayasası'nın gerçek laikliğini inceleyelim ve içeriğini 2500 yıllık insanlık tarihinden çıkaralım. Laiklik (Laïcité), Fransız hukuku ve siyasi düzeninin kurucu nitelikteki bir değeridir. Anayasa’nın 1. Maddesi bunu şöyle ifade eder: “Fransa bölünemez, seküler [Fransızca laïque (laik)], demokratik ve sosyal bir Cumhuriyet’tir. Yasa önünde, bütün yurttaşların köken, ırk ve din ayrımı olmaksızın eşit olduğunu temin eder. Tüm inançlara saygı duyar »
Fransız anayasasında, "Fransa hiçbir dini desteklemez ve Cumhuriyet'in yasa ve ilkeleri çerçevesinde dinlerin barış içinde bir arada yaşamasını destekler" ifadesi yer almaktadır. Bu nedenle, Fransız siyasetinin destekçileri, ülke yönetimindeki laikliğin ifade özgürlüğüne ve din özgürlüğüne saygıya dayandığını vurgulamaktadır. “Bu yasa, köken, ırk veya din ayrımı gözetmeksizin tüm vatandaşların kanun önünde eşitliğini garanti eder. Tüm inançlara saygı gösterir“
Laikliğin gerçek tanımı budur. Şimdi soru şu: Bu tanım, Roma İmparatorluğu döneminde Batı yaşam sisteminde var mıydı? Batı'nın cahilliği döneminde var mıydı? 2500 yıllık Batı tarihine bakarsak, "din" bu tarihin her dönemine egemen olmuştur. Dinin hâkimiyeti o kadar güçlüydü ki, en ufak bir inancın bile gelişmesini engelledi. İster Roma İmparatorluğu ister Bizans İmparatorluğu olsun, her imparator ve hükümdar, yönetimini yürütmek için enerjisini "din"den alıyordu. Batı tarihinin gerçeklerinden biri, Batı'da güçlü tapınakların kurulmasıdır, kuşkusuz Batı her zaman Orta Doğu dinlerinin gölgesinde kalmıştır. Şiddet kültürü, her Orta Doğu dininde baskın olmuştur. Şimdi bir an düşünün: "Batı'nın dini atmosferinde inançlara saygı göstermek mümkün müydü? "
Bu büyük tarih profesörü de dâhil olmak üzere, herhangi biri, argümanımın mantığını çürütmek için Batı tarihini dinden ayırabilir mi? İnsanlığın tarihsel bir gerçeğini unutmayalım: "İnsan hayatının her yönü coğrafya ve iklim tarafından şekillendirilmiştir." Orta Doğu ve Batı'nın coğrafyası ve iklimi acımasızdı ve insanları isyana zorladı. Bu bir zorunluluktu. Bu nedenle, Tanrı'nın iradesi Orta Doğu'da tam olarak gerçekleşmedi ve sayısız din ve peygamber ortaya çıktı. Yunanistan, Anadolu ve Akdeniz, tarih boyunca bu iki coğrafyadan etkilenmişlerdir. Örnek: Hepsinin ortak dini vardı. Ancak Orta Asya, Hindistan ve Doğu'nun diğer bölgelerinde coğrafya ve iklim farklı işliyordu. Tarihin bu gerçeğini anlayabilir miyiz?
Şiirden sonra.
25
Konuş çiçeğim, göğsünün içinden
Saçılsın kokuların, saçlarının ucundan
Karanlığı bu gecede, insin sana yıldızlar
Aydınlığı yansıtıp, yaratsın aşktan sözler
Bu bahar akşamında, isen bir canan olup
Kalbime kon sevgilim, cana şirin can olup
Eğildi göğüsten aşk, koku saçan bu güle
Ayak izine Kurban, Kurban oldum sümbüle
Dalgalanan göğsümden, bir his aşka yayıldı
Aşka inen bu gece, cennet Periye ildi
Baş koysam göyesine, kokunu içe çekip
Sevgi dolu çiçeksin, senden bu aşkı biçip
Ya Konuş yürekten gül, ya dudaktan lebi ver
Bu gece aşk gecesi, aşk için sevgiye ser
Kökeni, ırkı veya dini ne olursa olsun tüm vatandaşlar için kanun önünde eşitliği garanti eder. Tüm inançlara saygı gösterir. Laik yaşamın gerçek tanımı budur. Şimdi soru şu: Batı tarihiyle çelişen ve kilisenin çöküşünden sonra Batı siyasetinde kendine yer bulan bu tanım gökten mi indi ve Batı'ya mı yayıldı? Yoksa Batı Aydınlanması sırasında Batılı aydınların zihninde mi ortaya çıktı? Bunlardan hangisi insan aklıyla bağdaşabilir? Her Türk, atalarının tarihini bilmez ve düşünme ve araştırma kültürünü yitirirse, insanlığın bu yaşam biçiminin Batı'ya ait olduğuna inanacak ve zihinsel olarak ona köleleşecektir. Unutmayalım ki kölelik ortadan kalkmadı; aksine tehlikeli bir şekilde yayıldı. Fiziksel kölelik Batı Aydınlanma Çağı'nın sonlarına kadar vardı. Şimdi bu kölelik aklı, yani insanın aklını kullanarak, o insanı köleleştirir ve kendine kul yapar.
Horasan Türklerinin laikliğinde tapınaklar halka aitti ve bugün Horasan ülkelerinde durum böyledir. Devletin tapınakları yoktur. Dini grupların tapınakları da yoktur. Eğer olsaydı, "inançlara saygı" ilkesinin özü kaybolurdu. Laik Horasan'da cami imamları devlet memuru olmayıp, her caminin sakinleri arasından halk tarafından seçilirdi ve böyle de olmalıdır. Horasan Türklerinin laikliğinde basın halka aitti. Devletin basını yoktu. Dini ve siyasi grupların basını yoktu.
(Not: Basın, halka hizmet etmek yerine lidere hizmet etmeyi seçerse, lider ile halk arasındaki mesafe artar. Lider, halkın desteğiyle hizmetlerini duyurursa, liderin toplumsal tabanı güçlenir. Basının belirli bir kesimi, toplumun zihniyetini liderin lehine değiştirmek için liderin hizmetlerini duyurursa, bu durum halk arasında nefreti artırır.)
Geçmişte saray edebiyatı basının rolünü üstlenirdi, dolayısıyla şairler ve yazarlar halkın içinden gelir ve kral ile halk arasında bir köprü görevi görürlerdi.
Horasan Türklerinin laikliğinde "kişiler" kutsal değildi. Yani şeyh kültürü yaygın değildi. Aksine, manevi değerler önemliydi ve her kişinin itibarı bilgisiyle değerli kılınıyordu. Bu mantık, Türk padişahlarının her döneminin sayısız bilim adamı, tarihçi, yazar ve şair yetiştirmiş olmasıdır. Örneğin, Gazneliler dönemi, Osmanlı ve Bizans dönemlerinin toplamından daha fazla âlim, tarihçi, yazar ve şair yetiştirmiştir. Örneğin, İbn Sina, Firdevsi ve Biruni, bu dönemin onlarca saray âlimi arasında yer almaktadır. Bu dönemin aydınları Türkiye'de tespit edilirse, Türk halkının zihniyetinin kökten değişeceğinden eminim.
Örneğin, Timurlular dönemindeki Herat'ı düşünün. Türk âlimleri, Osmanlı döneminin hat ve minyatür sanatlarını sanki İran'dan kopyalanmış gibi sunarlar. Türk halkının zihninde, İran kelimesi "Persler" anlamına gelir. Batı'ya kaçan bir grup Fars ırkçısı, Türk âlimlerinin zihnini etkilemiştir ve şimdi Türkiye'deki Türk profesörler onların yalanlarını papağan gibi tekrarlarlar, ancak tarih okumaya zahmet etmezler. Eğer tarih okuyorlarsa, bu sanatlar Afganistan'ın Herat kentinde Timurlular dönemine kadar uzanır. O zamanlar İran, Timurlular ülkesinin bir parçasıydı. Timurlular dönemi büyük bir entelektüel dünyaydı. Bu dönem Özbekistan'ın Semerkant'ında başladı. Afganistan'ın Herat'ı Türk edebiyatının ve bilim sanatlarının merkezi haline geldi. Bu dönem, Hindistan'daki Babri Türkleri tarafından 19. yüzyıla kadar tüm dünya tarafından sevildi, ancak Türkiye'yi daha yüksek bir konuma taşıyacak Türk profesörleri arasında Türk tarihini inceleme kültürü nerede? MS 3. yüzyıldan MS 19. yüzyıla kadar Hindistan'da başlayan her yeniliğin Horasan Türkleri'nin rolü olduğunu anlamalıyız, çünkü Hindistan MS 3. yüzyıldan sonra Horasanlılar tarafından yönetildi. İslamiyet'ten sonra İran'dan gelen her yeniliğin Horasan Türkleri'nin rolü vardır, çünkü İran Arap işgalinden sonra Türkler tarafından yönetildi.
Şimdi soru şu: Laikliğin Horasan Türkleriyle ilgili olduğunu ispatlayan hangi belgem var?
Şiirden sonra.
26
Kim diyor yabancıyım, bir şarkinin özüyüm
Birçok selam getirdim, dostluk ruhun sezüyüm
Biz çıkmadık biz özden, hep biz asilde kaldık
Buğulu horasandan, dersi bin kere aldık
Çağlayan vadilerden, gül Pınar su getirdim
Mana ile Yoğurup, lale koku getirdim
Buhara Semerkant'tan, uçtum ben kuş misali
Anadolu'ya bakıp, içtim şerbeti tali
Akılın vatanından, belhi şeriften geldim
Mevlana diyarından, dünyayı güzel buldum
Demeyin yabancı bu, eski bir hikâye o
Geçmişi anlamayan, gelecekte köle o
Türk tarihinde Şah ailesinin otoritesi her şeyden daha önemliydi. Kral güçlü bir karaktere ve güçlü bir orduya sahipti. Kuşkusuz Türklerin yaşam tarzı bu kanunu dikte ediyordu. Yani tarih boyunca güçlü bir kral, güçlü bir ordu ve güçlü bir halk geleneği Türklerin yaşam biçimi olmuş ve bu yaşam biçimini iklim ve coğrafya oluşturmuştur. Her Türk kralının sarayında bir hanedan kültürü oluşmuştur. Bu kültür Türklerin eski geleneklerinden türemiştir. Bu kültürde sarayda din hâkim değildi. Orta Doğu ve Batı dünyasında olduğu gibi din hiçbir zaman siyasete egemen olmadı ve dini ideoloji hiçbir zaman topluma yön vermedi. Yani Türk kültüründe dini ideoloji yoktu. Dolayısıyla din, kendi yerinde her zaman değerli ve kutsaldı.
Şah ailesinin otoritesi için herkesin görüşü ve yaşam tarzı önünde törenin adaletle yapılması gerekiyordu. En önemlisi: «Türk tarihinde yasa koyucu kraldı.» Din âlimlerinin verdikleri her fetvada kralın çıkarları gözetiliyordu. Eğer hata yapsalardı kafaları kesilirdi. Türk tarihinde Şah'ın otoritesi halkın desteğiyle devam etmiştir. Bu şart bir zorunluluktu çünkü Türklerin tarihinde liderler arasında rekabet vardı, halkın desteği kaybedilirse rekabeti rakipler kazanırdı. Savaşların yüzde 80'i Türklerin kendi aralarında gerçekleşti. Hiç şüphesiz ki antik dünyada Hindistan'dan Çin'in kalbine, Rusya'dan Avrupa'nın kalbine, Ortadoğu'dan Afrika'nın kalbine kadar Türkler iktidardaydı. Türk'ün rakibi çoğunlukla Türk'ün kendisiydi.
(Not: Türklerin tek dostu yine Türklerdir ve Türkler dünyayla tek başlarına savaşmışlardır. Türkiye'deki bu yaygın algı doğru değil, düşmanların bir suçlamasıdır. Düşmanların Türkleri itibarsızlaştırmak için ortaya attığı bu suçlamalar, Türkiye'de bir gurur kaynağı haline gelmiştir. Gerçek şu ki, Türkler milletlere liderlik etmek için gereken yaratıcılığa sahipti, bilim ve edebiyat yoluyla siyasete katılıyorlardı ve savaşları dönemin koşullarına göre şekilleniyordu. Örneğin, Zehiriddin Muhammed Babür, Horasan'ın farklı etnik gruplarıyla Hindistan'da görkemli bir devlet kurdu. Bir başka deyişle, Türkler liderlik etme bilgisine ve yeteneğine sahipti. Maalesef tarihimizle çelişen her şey Türkiye'de yaygınlaştı.)
Türk tarihinde halkın merkezi bir rol oynaması nedeniyle görüşleri ve yaşam tarzı Şah'ın gözünde itibar kazanmış ve bu sistem Türkler arasında laik yaşamın yayılmasına neden olmuştur. Ortadoğu'da bu sistemin aksine başka bir sistem vardı. Şüphesiz Ortadoğu tarihi dinler tarihidir. Din aynı zamanda Batı tarihinde de merkezi bir rol oynadı. Batılıların tarihini dinler tarihinden ayrı bilemeyiz. Besbelli Batılıların tarihinde kanun koyucu "din"dir. Batı tarihinde padişahlar tapınakların desteğiyle iktidardaydı. Batılılar Hıristiyanlığı kabul ettikçe Kilise Batı'nın en güçlü otoritesi haline geldi. Her kral kilisenin desteğiyle iktidardaydı. Bu yaşam tarzı laik yaşamla çelişiyordu. Tek fikirlilik ve tek ideoloji, Batı'yı karanlığa sürükleyen sistemdi ve bu karanlık, Batı'da Rönesanslara neden oldu. Kuşkusuz insanlığın hayatında her sistem, evrim yasası gereği kendi zıddını yaratır.
Laik hayat Horasan'dan batı ülkelerine ne zaman ve kimlerle ulaştı?
Cevap: İbn Rüşd, 12. yüzyılın büyük İslam âlimlerinden biridir. Ortadoğu'daki Türklerin düşünce tarzını biliyordu. Ortadoğu 9. yüzyıldan sonra Türklerin eline geçti. Halife manevi bir şahsiyet haline gelmişti ve siyasi ve askeri güç Türklerin elindeydi. İbn Rüşd, Batılıları bu yaşam tarzıyla ilk kez tanıştırdı. Batı'da gücün kaynağı Kilise idi, her krallık o'nun işbirliği ile varlığını sürdürebilirdi. Laiklik terimi ilk kez 1846'da İngiliz yazar George Holyoke tarafından kullanıldı. Ancak Kilise Batı siyasetindeki rolünü yitirdikçe bu yaşam tarzı Batı'da da kabul görmeye başladı. Yani, Horasan'ın laik sistemini anlamak ve tanımak için yüzyıllarca tartışma ve müzakereler yapılmış ve kilise siyasette merkezi bir rol oynadığı sürece bu sistem kilise tarafından reddedilmiştir. Batı ve Horasan tarihinin gerçeği budur.
Bu terim ilk olarak Fransa anayasasında yazılmış ve Mustafa Kemal Atatürk bu terimi Türkiye'de yaygınlaştırmıştır. Fransız anayasasında yer alan tanım Horasan laikliğine yakındır, ancak Ortadoğu zihniyetinde laiklik başka bir şeye dönüştürülmüştür.
Şiirden sonra.
27
Uyan gülüm bahçelere gül gelmiş bahar
Türküler söylenmiş gülüm gelmiş itibar
Çeşmelerden akan sular vadi boyunca
Sarhoş yapmış bülbülleri akitmiş pınar
Aşk çağı gelmiş o gülüm tanrıdan lütuf
Dalga dalga gül havası inmiş yani var
İpek zülüf sümbülinden nilüfer sarhoş
Uyan gülüm aşk yaymış o aşklı Pazar
Şatafatlı bir hava bu saçılmış gazel
Her mısra de aşk dizisi yazılmış Nigar
Açmış nergis gözlerini nağmeler atmış
Çünkü bu çağ aşk çağıdır uyanmış bahar
Süzgün bakış gül gülümden gelsin ey felek!
Çağlayan aşktan kalbimdir kıpkırmızı nar
Fransız anayasasındaki laiklik tanımı Horasan laikliğine benzer, ancak Orta Doğu zihniyetindeki laiklik bambaşka bir şeye dönüşmüştür. Örneğin, bir Hanıma Türk sosyal medyasında Kuran okuyup okumadığı sorulmuş. Cevabı şu olmuş: 21. yüzyılda laik bir ülkede Kuran okumak yanlış değil mi? Şimdi şunu düşünün: Çoğu Türk'ün zihninde laiklik, İslam'dan uzaklaşmak ve Kuran'ı ve diğer kadim kitapları okumamak anlamına gelir. Yaşam tarzlarını laik, diğerlerini ise laik değerlere yabancı gören insanlar gördüm. Laikliği ateistlerin görüşlerine benzeten ve laiklikten vazgeçmeyi Müslüman olmanın bir garantisi olarak gören insanlar gördüm. Her gün şahit oldum ve gözlemledim ki, meselelere İslam karşıtı bir bakış açısıyla bakanlar kendilerini laik ve entelektüel olarak görüyorlar. Düşüncelerinde iki bakış açısı var: ya İslamcı ya da İslam karşıtı. Eğer İslam karşıtıysalar, laik ve entelektüeldirler. Müslümanın tanımını Tanrı önünde barışçıl ve Tanrı'ya inanan olarak düşünürsek, bu bakış açısının zıttı "ateizm"dir. Bu mantıkla soruna baktığımızda maalesef; Türkiye'de laiklik ateizm anlamına gelir. Örneğin, belirli bir ideolojiye bağlı olan ve onun zaferi için mücadele eden ve meselelere İslam karşıtı bir etikle bakanlar, örneğin komünistler, Türk laikliğinin mantığında "laik"tir. İlk koşulun inançlara saygı olduğu ve mutlak ilkenin tek başına belirli bir inancı desteklemediği, çünkü tarafsız olması gerektiği gerçek laiklikte, Türkiye'de tam tersidir. Türk laikliğinin Horasan laikliği veya Fransız laikliğiyle hiçbir ortak noktası yoktur; aksine, akıl açısından bir tanımı olmayan mantıksız bir olgudur. Ama bunu kimse bilmiyor.
Şimdi soru şu: İnançlara saygılı ve kendi kuralları olan laiklik. Örneğin: Camiler halka ait olmalı, cami imamları devlet memuru olmamalı, basın halka ait olmalı, hükümet, gruplar veya partilerin basını olmamalı. Ancak Türkiye'de en az bir televizyon kanalı Türk halkından değil. En az bir cami Türk halkından değil. Hükümete, gruplara, partilere aittir. Mantık şudur: Biz her şeyi biliriz, siz bizim belirlediğimiz kararlılıkla hareket eder ve yaşarsınız. Türk laikliğinde dini siyasetten ayırmışlar, ancak Türk halkının tüm ulusal değerlerini siyasetin eline esir etmişler. Örneğin, Türk devlet televizyonları yalnızca hükümetin hizmetindedir. Türkiye'de laiklik, Türkiye'deki belirli bir kesimin yaşam tarzıyla ilgilidir. Türkiye laik bir ülke midir?
Şiirden sonra.
28
Yürüdüm ben bu aşka, gide gide usandım
Gül pınardan sevdim ben, diken iken gül sandım
Aşka düşüp çaresiz, susuz bir alev oldum
Özledim ben huzuru, vefasız güle kandım
Çağlayan oldum dertten, hercai gül bu elden
İkiyüzlü güvercin, hep ona ben inandım
Esti acı bu gülden, ayırdı saadetten
Bilinçsiz şeker dedim, ama ben Kuru yandım
Bir gazeteci, ünlü bir Türk tarihçiye "Türkiye Afganistan mı olacak?" diye sordu. Cevap: Hayır, Türkiye bir imparatorluğun kalbinden doğdu. Afganistan, tarih boyunca her zaman çok geri kalmış ve sefil bir ülke olmuştur diye Cevap verdi.
Bunu YouTube'da gördüğümde, bu ünlü tarihçinin cehaletine üzüldüm ve kendi kendime şöyle düşündüm: "Türkiye'de bu akademisyenlere Afganistan tarihi hakkında eğitim verebilecek ve Afgan aydınlarının gözünde bu kadar rezil olmalarını engelleyebilecek en az bir kişi yok mu?" Türkiye'nin itibarı uğruna bu akademisyenlerin yaptığı cehalete gerçekten üzülüyorum. Şimdi soru şu: Bu profesörlerin cehaletine öfkelenen Afganlar, Afganistan ve Orta Asya'da Türkiye'yi karalamak için böylesine mantıksız eylemlerde bulunmayacak mı? Kalem ve edebiyat Afganların elinde!
Bu tür yanlış bilgiler, Türkiye'de her Afgan'ın ikinci sınıf muamele görmesine yol açtı. Düşünce ve araştırma kültürünün çok zayıf olduğu Türkiye'de, bu cehalet, Afganların Türk halkının gözündeki güvenilirliğini önemli ölçüde azalttı. Ancak Afganistan, Horasan'ın kalbi ve güçlü bir edebi kültüre sahip stratejik bir merkezdir. Türkiye'deki bu tür akademisyenler, Türkiye'nin geleceği için bir tehdit değil mi? Türkiye'de son yıllarda yaşanan cehalet, Afgan aydınlarını öfkelendirdi ve bu öfke, şüphesiz Türkiye'nin Afganistan ve Orta Asya'daki çıkarları için büyük bir felakete yol açacak. Peki, bu profesörler neden Horasan halkının geçmiş ve gelecek tarihteki rolünü anlayabilecek zekâ ve bilgiye sahip değiller?
Afganlar ve Afganistan hakkındaki gerçek nedir?
Cevap 1: Farslar arasında, Afganistan'ı bilmeyen kendini de bilmez. Tarihini anlamaz. Edebiyatını anlamaz. Dini inançlarını anlamaz. Neden anlamaz? Sevgili dostlar! Persler, tarih sahnesine ilk kez Basra coğrafyasında çıktılar ve büyük bir imparatorluk kurdular. Bu imparatorluk 220 yıl sürdü ve Büyük İskender ile birlikte tarih sahnesinden silindi. Büyük İskender'in zaferi bu imparatorluğun ününü artırdı ve bu imparatorluğun ünü de İskender'in itibarını artırdı. İskender'den sonra Persler bir devlet kuramamış, bazıları Sasani dönemini Pers tarihi, bazıları ise Pers dışında bir İran hanedanlığının tarihi olarak kabul etmiştir. Pers tarihi ilk kez Afganistan'da Sultan Mahmud Gazneli'nin Şehname'sinde, bu sultanın sarayındaki şairler tarafından yazılmış ve Şehname kitabını tamamlayan son şair Firdevsi olmuştur. Şehname'yi bu kavmin tarihinden çıkarırsak geriye sadece tarihin bazı kalıntıları kalır. Bu kavmin dili Arap istilasında yok olmuş, ancak Afganistan'da Dari adıyla yeniden canlandırılmıştır. Sasani coğrafyasında sınırlı sayıda Zerdüşt kalmıştır. Herkes onları ateşperest saymış ve bu dini Perslere ait saymıştır. Ancak 19. yüzyıldan sonra Avesta kitabı Hindistan Zerdüştleri tarafından bilinip okunmaya başlayınca, içinde başka bir hakikat kitabı bulunmuştur. Avesta kitabı, Sasani coğrafyasında Avesta dilinde yazılmıştı, ancak içinde Avesta dilinden tamamen farklı, 17 sureden oluşan Zerdüştlük dilinde yazılmış bir kitap da vardı. Bu dili okumak çok zordu, ancak yıllar sonra yakın zamanda okundu ve yeni bir gerçek ortaya çıktı. Bu dilin Kuzey Afganistan'da olduğu ve Zerdüştlüğün Afganistan'ın Belh kentinde bir peygamber olduğu anlaşıldı. Şimdi soru şu: Persler Afganistan'ı bilmeden tarihlerini, dinlerini ve dillerini bilebilir mi?
Şiirden sonra.
29
Ver bana saki cam cam, Nergis açmış gözünü
Perde açmış yüzünden, saçmış aşktan tözünü
Yaktı ay aşka tapan, uçkun uçuran şamdan
Kelebek çaresiz ben, yansıtsın aşk sözünü
Kıvılcım bu aşka uçan, hakka inen biriyim
Yazgım açılsın bu aşktan, açsın bu gül özünü
Hürriyetle yaşam sürmek, her köleye bir histir
Ben ki köle bu güle, göstermesin şahin gözünü
Bana getir saki bade, açılmış hüsün Peri'den
İki günlük yaşam bu, göreyim güzel özünü
Cevap 2: Müslüman Türk dünyasında, Afganistan'ı bilmezlerse kendilerini de bilemezler. Tarihlerini anlayamazlar. Kültürlerini bilemezler. Dillerini ve edebiyatlarını bilemezler.
Neden bilemezler?
Cevap: Afganistan, Horasan'ın kalbidir ve Horasan her Müslüman Türk'ün yurdudur. Tarih boyunca Türk boyları önce Horasan'a gelip Horasanlı olmuş, ardından Hindistan, İran, Orta Doğu ve Anadolu'yu fethetmişlerdir. Bir başka deyişle, tarihteki her Türk bir Horasanlıdır (Afgan). Bu gerçeği kimse inkâr edemez. Afganistan, Alparslan'ın yurdudur. Afganistan, Muhammed Celaleddin Belhi Rumi'nin yurdudur. Afganistan, Ebu Reyhan Biruni ve İbn Sina ekollerinin yurdudur. Afganistan, Türk dilinin yurdudur çünkü Emir Ali Şir Nevai Afganistan'da doğup ölmüştür. Afganistan, Divan edebiyatının merkezidir. Divan edebiyatı, Batı edebiyatından çok daha görkemlidir ve onun ilham kaynağı olmuştur. Afganistan dünyanın laik merkezidir, tabii ki bu yaşam biçimi Horasan Türkleri tarafından yaratılmış ve tüm dünyaya yayılmıştır. Benzer şekilde, her Türk âlimi ve her Türk ailesinin Afganistan ile manevi ve kan bağı vardır. Afganistan, Kuşan Türkleri'nin, Ak Hunlar'ın, kadim Kâbil Şahları'nın ve Gazneli ve Timurlu imparatorluklarının merkezidir. Bu bölge Türk tarihinde önemli bir rol oynar ve Afgan tarihinin son iki yüzyılı dışında, her zaman ilerici bir bölge olmuş ve her yüzyılda sayısız alim ve şair yetiştirmiştir. On altı büyük Türk imparatorluğunun en az onu bu bölgeyle ilişkilendirilir kuşkusuz tarihsel olarak bu bölge Horasan'ın kalbiydi ve Orta Asya'dan ayrılamazdı. Afganistan adı yeni bir isimdir. Safevi Türkleri bu ismi Horasan halkı için kötü niyetle kullandılar ve daha sonra İngilizler onları bu isimle dünyaya tanıttı. İkisi de bu ismi kötü niyetle popülerleştirdi ve daha sonra 20. yüzyılda ülke bu isimle Horasan'ın kalbine tanıtıldı. Afgan kelimesi heyecanlanan, kolayca öfkelenen, bağırıp çağıran ve Savaşçı ve cesur anlamına gelir ve bu isim bir ırkı ifade etmez. Şimdi soru şu: Türk profesörler cahilce bilgileriyle neden Türk gençliğinin zihnini yanıltıyorlar? Horasan aydınları bu hatayı görmezden mi gelmeli? Bir an için edebiyatın ve "kalemin" Afgan halkının hayatında ne kadar değerli olduğunu düşünün. Sovyetler Birliği ve NATO'yu bu iki değer sanatıyla iki maymuna dönüştürmediler mi? Ya da bu iki değeri Türkiye'ye karşı kullanırlarsa, bu profesörlerin cehaleti karşılığında Türkiye'nin çıkarlarına zarar veremezler mi? Bu profesörler, Afgan aydınlarının edebiyatı ve kalemiyle rekabet edebilecek yeteneğe sahip mi? Cehaletin ne faydası var? Bilgi yoksa tasavvufta susmak âlim olmak anlamına gelmez mi? Bu profesörler neden cehalet yerine susmuyorlar?
Bir diğer soru da şu: Afganistan tanınmaz ve Emir Ali Şir nevai tanınmazsa, Türk dili ve edebiyatı yüksek bir konuma ulaşabilir mi? Ulaşsaydı, son yüz yılda ulaşırdı. Yani gelecek, tarihin kalbindeki deneyimlerden yaratılıyor.
Şiirden sonra.
30
Havada Kar izi var, göğsümde aşktan bir his
Sezgi yürekten akar, aşk için anlamlı ses
Kimse onu sevemez, bu can olsa bu kadar
Ona aşk veriyorum, bu ateştir bu yarar
Aşk iner hep göğüsten, ışığı bir Kelebek
Pervanedir bu uşak, aşktan delilik bu ek
Ötmez bülbül aşk için, gül bir cilve atmasa
Tanrıça olmaz Nigar, aşkımdan bal tatmasa
Kalbime bu ötüyor, gizem bir sırrı verip
Çünkü bu can vatandır, kanıma aşkı sürüp
İsimsiz bir bitkiyim, aşk bahçeden yararmış
Güle öten kalbimdir, derya olup Kabarmış
Gönül esir bu aşka, aşk deyip ışık saçar
Her saba havasından, aşk bana güler açar
Deliyim güzel yüze, ayır bir dakikanı
Yalnız bana göster sen, vatanım ruhun anı
Fakir kişinin evi, haritasız bir durum
İnsanın can vatanı, güzeldir bu yorum
Söylemediğim şeyin, üzerinde durma sen
Sen ki can vatanımsın, Türkiye’m kulun ben
Aşk salkımları için, bereketli bu toprak
Her zerreye can kurban, çehresi her zaman ak
Kırmızı bayrağımıza, bin kere bin ölürüm
Düz yolum vatanımdır, vatandır benim yolum
Yarım asırlık Afgan savaşları boyunca, düşmanı yenmede "doğru bilginin" ve güçlü edebiyatın önemini fark ettik. Kuşkusuz Afganistan sadece bir silah savaş alanı değil, aynı zamanda bir zihin savaş alanıydı. Bir sonraki kitabım Afganistan'daki yarım asırlık savaşı inceleyecek. Elbette bu kitap güçlü kanıtlar ve mantıkla yazılacak. Bu kitabı, okuyucularıyla iş birliği yaparak yazacağım. Yani, okuyucunun kendini kitabın yazarı gibi hissetmesini sağlayacak yeni bir yöntemle yazacağım. Dolayısıyla, Afgan savaşlarındaki her siyasi olayın mantığı, okuyucuyu düşünmeye ve tatmin bulmaya teşvik edecektir. Bu kitabı Afgan halkının ağzından ve Afganistan gerçeklerinden yola çıkarak yazacağım.
Şiirden sonra.
31
Benim hatam benim güna'm ahlarım
Başa düştü hatalı günahlarım
Hakkım yoktur söz söylesem sözüne
Boynum bükük hukukuna yüzüne
Benim hatam benim güna'm sözlerim
Derde düştü yüzüm ile gözlerim
Anlarsan sen bu dürümle bu Hal’im
Düştüm derde hatalardan helalım
Üzdüm seni düşünmeden kendimden
Affedersen sevinir kul hanımdan
Kalpten kalbe bir yol vardır her zaman
Gözler görmez yürek anlar her bir an
Kalpten kalbe duy sen dertli Halı’mı
Yayılmış gam gör sen ateş Yalımı
Çiçek güle heveslidir bu bülbül
Af buyur sen tatlı dudakla sümbül
Hatalarım günahlarım ahlarım
Bırakmaz gam bu Hal’im günahlarım
Türkiye, Afgan halkının bakış açısıyla Afganistan'a saldıran NATO ülkeleri arasındadır. Ne yazık ki bu tarihe yazılacak çünkü bu işgalin tarihi Afgan halkı tarafından, bu tarihin içeriği ise günümüz Afganistan'ının yazarları ve şairleri tarafından yazılacak. Herhalde bugün yazılan her makale ve şiir, geleceğin yazarlarının tarihi için bir belge niteliği taşıyacak.
NATO'nun Afganistan işgali sırasında Türk televizyonlarında analitik programlar yayınlanıyordu. Gazeteciler, siyaset bilimciler, parlamenterler ve üniversite profesörleri bu programlara katılıyordu. Şimdi soru şu: Afganistan halkını Afgan halkının bakış açısıyla mı tanıyorlardı? Afganistan tarihinin ne kadarını biliyorlardı? Afganistan ile Pakistan arasındaki düşmanlığın sebeplerini araştırmışlar mıydı? Taliban hakkında ne kadar bilgi sahibiydiler? Örneğin, Taliban'ın en az 100 kişilik bir askeri birliği yoktu, ancak edebiyatı kullandılar ve edebiyat sanatıyla, NATO'ya karşı savaşta NATO'dan memnun olmayan yüz binlerce Afgan'ı kullandılar. Bunlar Taliban değildi, sadece NATO'nun hatalarının Taliban'ın kollarına attığı Afganlardı. Türk analistler bu sırrın farkında mıydı? Sovyetler Birliği ve NATO'yu iki maymuna çevirip yenen Afgan savaşlarındaki iki temel gücün "doğru bilgi ve edebiyat" olduğunu söylemiştim. Bizim Afgan bakış açımıza göre, tüm Türk televizyonları basitçe "saçma sapan konuşuyordu." Türkiye'deki analistlerin analizleri mantık ve bilgiden yoksundu. Arkadaşlarım ve ben, Türkiye'deki eğitimli Afgan gençlerden, Afganistan'ın gerçeklerini Türk televizyonlarında saygıdeğer Türkiye halkına anlatmalarını istedik ve onlara Afganistan'daki savaşlar ve Afgan toplumunun doğası hakkında doğru ve adım adım bilgi öğrettik. Ancak, tüm çabalarına rağmen, bu gençler saygıdeğer Türkiye halkına bu hizmeti sunmak için en ufak bir fırsat bulamadılar. Çünkü Türk basınında kimse onlara en ufak bir fırsat vermedi. Kuzey Afganistan'daki Özbek ve Türkmenlerin çoğu, kuzeyi Raşid Dostum, Atanur ve NATO Cumhuriyeti'nden kurtarmak için Taliban'a yönelmişti. Özbekler ve Türkmenlerin Taliban lehine Kuzey Afganistan'ı ele geçirmesini engellemeye çalıştık, ancak fırsat bulamadık.
Şiirden sonra.
32
Sıhhatli başka şey var mı, sevişmek bağ bahardan?
Bekleme saki getir, gül gül şerbet nardan
Gelsin sarhoşlu bahar, erimiş her yerde kar
Kalpten sergi açmışım, içeyim Gülizar'dan
Yaşamı düğüm anla, Zülfi'ne bağla sana
Bade ’siz bakma bana, getir sen Gülpınar'dan
Meyhaneci ver bana, cam camı içeyim
Köle olmuşum ona, huzursuz bu rüzgârdan
Huysuz deme bana, şirretsizim aşktan
Güneş aşktan iniyor, aşkım sanem bu nardan
Şimdi soru şu: Afganistan'daki gerçekleri dile getirmek Türkiye'nin çıkarına değil mi? Türkiye'de neden bu kadar kibir ve bencillik var? Tarihsel olarak stratejik ve bugün ve gelecek için çok önemli bir bölge olan Afganistan, yarım yüzyıllık Afgan savaşları boyunca topluma rehberlik etmiş çok güçlü bir aydın sınıfına sahip. Bu sınıfın içinde, Taliban'ı yöneten ve bilinmeyen grup da var. Yani, yarım yüzyıllık Afgan savaşları boyunca Doğu ve Batı savaş halindeydi, ancak kazanan her zaman Afgan aydın sınıfı oldu. Bu zafer, iktidarda güç kazanacakları anlamına gelmiyordu. Bu zafer, sadece dış düşmanın planlarını bozmak içindi. Çünkü biz Horasan halkı, başkalarına teslim olma ahlakına sahip değiliz. Türkiye ağabey rolünü oynamak istiyorsa, önce eşit hakları kabul edecek, sonra saygı gösterecek ve ardından her alanda kardeşlik kapasitesini gösterecektir. Tüm bunlar bilgiyle mümkündür.
Aydın sınıfının içinde var olan meçhul bir grup, NATO'nun hatalarından faydalanarak önce kuzey halkını Taliban lehine yönetti ve kuzeyi devirdi, ardından tüm Afganistan'ı işgal ederek Taliban'ı iktidara getirdi. Şunu unutmayalım: Çabaların neredeyse yüzde 80'i Kuzey Afganistan halkının zihniyetini değiştirmek içindi. Kuzey Afganistan ayağa kalksaydı, zafer garanti olurdu çünkü kuzey Türk'tü ve Taliban'ın çekirdeği Peştunlardan oluşuyordu. Afganistan tarihinde, Peştunlar iktidardayken, Kuzey Afganistan her zaman merkezi bir rol oynamıştır. Bu büyük oyunun mantığı Türkiye'deki siyasi analistlerin aklı tarafından anlaşılabilir mi?
Bu grup, Afgan komünistlerin kalemini ve edebiyatını kullanarak Kuzey Afganistan halkının zihniyetini değiştirdi. Bu komünistlerin çoğu Batı ülkelerinde yaşıyor. Şimdi soru şu: Afgan aydın sınıfı neden NATO'yu bozguna uğrattı ve Taliban'ı iktidara getirdi? Bunun arkasında çok güçlü bir mantık var ve bunu bir sonraki kitapta kanıt ve gerekçelerle açıklayacağım. Kuzeydeki aydınların Türkiye ile iş birliği yapması Türkiye'nin çıkarına değil miydi? Şimdi hepsinin Türkiye'ye karşı öyle bir öfkesi var ki, başka hiçbir ülkeye karşı yok. Şimdi soru şu: Ben aslen Türk'üm ve Türk toplumunun bir üyesiyim ve Türkiye'nin Afganistan'ı anlamasını istiyorum. Türk tarihine Horasan perspektifinden bakmasını istiyorum. Güçlü ve bilinçli bir edebiyata sahip olarak Horasanlılar ve Orta Asya'daki diğer halklar için bir ağabey olmasını istiyorum. Kitaplarımı yayınlamak için en azından bir Türk benimle iş birliği yapar mı? Biz bu ülkede ikinci sınıf vatandaşız, bunu kabullendik ama ben üç dilde şairim, en azından bir Türk benim şiirlerime, yazılarıma saygı gösterir, kitaplarımın yayımlanmasında benimle işbirliği yapar mı?
Şiirden sonra.
33
Okşayıcı bir sanem, havası en güzel o
İnmiş kalbime şeytan, iması en güzel o
Utanç akmış cemalden, tanrıça o bu hal'den
Dürüstlük Vefa'sından, vefası en güzel o
Arısız tatlı bal o, nakış güllü dal o
Kusursuz bu durumda, nevası en güzel o
Nisa hodri Meydanda, Korkusuz bu durumda
Hodri meydan demiş o, davası en güzel o
Kendi aklına giden, beni bir hiç sayan
Rüyada kızıl gül o, rüyası en güzel o
YouTube'da Çin'in ilerlemesinden etkilenen ve "Çin dünyanın geri kalanından beş, on, hatta elli yıl önde" diyen genç Türkler gördüm.
Evet, YouTube'da buna benzer sayısız video var.
Elli yıl önce Çin'in geri kalmış, zayıf bir ekonomiye sahip bir ülke olduğunu düşünelim. Acaba bu gençler o dönemde yaşasalardı Çin'e en ufak bir ilgi gösterirler miydi? Dünya değişiyor ve değişime devam edecek; medeniyet ve ilerleme de el değiştirecek. Ancak insanlık tarihini bilmeyenler, kendi zihinlerinde Batı'nın kölesi olmaya devam edecekler. Örneğin, Türkiye'deki her araştırmacı ve bilim insanının zihninde Batı her bakımdan kusursuzdur. Şu mantık geçerlidir: Bu konuda evrim yasasının esaretine düşmüşlerdir. Bu talihsizliğin farkında olmadıkları açıktır. Örneğin, küresel bir terör olayı yaşandığında, onu analiz eden her siyasi analist, konuşmasının ilk cümlesinde Afganistan'dan bahseder. Afganların bu olaya karışıp karışmamasının bir önemi yoktur. Afganistan Batılı bir ülke olsaydı, ruh ve maneviyatları buna izin verir miydi? Bu ahlak, esaretin mantığını ortaya koyar. Bu esaret, Türk gençliğini gerçek öz potansiyelinden mahrum bırakmıştır. Elbette, bu ülkenin bilim insanları Batılıları üstün, Doğuluları aptal olarak gösterirse, Türk gençliği kendi içinde bir "kendi olma" kültürü geliştirebilir mi? Yapamazlar, çünkü kendilerini Batı'ya değil, Doğu dünyasına ait görüyorlar!
Başka bir soru: Fakir Asya ülkelerinde ve dünyanın diğer bölgelerinde zeki ve bilgili insanlar var. Ülkeleri ekonomileriyle ünlü değil. Batı zihniyetine sahip olan biri onları birinci sınıf insan olarak görüyor mu?
Türkiye bu zihniyetin etkisi altında, bu yüzden Afgan gençliğinin Türk televizyonlarının zihniyetinde hiçbir değeri yoktu. Eğer değerli olsalardı, en azından bir televizyon kanalı onlara bir şans verirdi. Şimdi soru şu: Türkiye, Horasan ülkeleri arasında ağabey olma yeteneğine ve şansına sahip mi?
Şiirden sonra.
34
Tükenmez hayat bende, sıcak Rüzgâr gibiyim
Kış ortasında hayat, yenibahar gibiyim
Çağlayan halde benim, çarpıp, çarpıp aşka
Kâh nur içinde benim, kâh sisli kar gibiyim
Aşk bir ömür andır, tükenmez maceralar
İçimde bin bir heves, şair serdar gibiyim
Hissettim sana vuruldum, güneşli aşkından
Coşku saçar bu aşk, denize akan pınar gibiyim
Senin yüzün bence şiirdir, benim tahtım dizin
Soylayım sana gazel, uzaktan gelen yadigâr gibiyim
Söz söylesen şiirdir, her notadan şair
Bilinmez her gözde bu, çağlayan çağlar gibiyim
Başını göğsüme koy, dolaşsın saçlara elim
Ağlayalım gülelim, yaramaz çocuklar gibiyim
Elli yıl içinde Çin, geri kalmış bir dünyadan sıyrıldı ve şimdi genç Türklerin ilgi ve hayranlıkla baktığı bir ülke haline geldi. Şimdi soru şu: Çin'in Asya'nın ilerlemesinin ilham kaynağı ve itici gücü haline geldiği Asya ülkeleri, Batılı ülkelerini geride bırakabilir mi? Örneğin Bangladeş fakir bir ülke, ancak hazır giyim ve tekstil sektörünü Türkiye ve Avrupa ülkelerinden devralıyor. Örneğin Afganistan savaştan zarar görmüş bir ülke ve Afgan hükümeti elektrik üretme kapasitesinden yoksun ve Orta Asya ülkelerine bağımlı, ancak bu ihtiyaç Afganlar arasında güneş ışığını kullanma konusunda yeni bir kültür yarattı. Beş kişilik bir aile artık sadece 400 dolarlık bir yatırımla güneş enerjisine sahip olabiliyor ve bu kültür o kadar olumlu sonuçlar verdi ki, Afganların enerji ihtiyacının neredeyse %80'i minimum yatırımla karşılanıyor ve Afganistan'daki kişisel deneyimler her gün yeni yöntemler ortaya koyuyor. Bu örnekleri neden veriyorum? Cevap: Türkiye'de yaşıyorum ve Türk halkının zihni Batı ve Orta Doğu'ya tutsak. Her Türk âliminin zihninde Batı her zaman bir bilgi ve bilgelik kaynağı olmuştur ve öyle kalacaktır. Kendilerini Mekke ve Medine'ye daha yakın gören Türk müminler, dindarlıkta kendilerini Asya ülkelerindeki insanlardan üstün görürler. Ancak, okuma kültürünün zayıf olması nedeniyle dini propagandanın yüzde 80'i Kur'an'ın içeriğiyle çelişiyor.
Türkiye'de yaşayan Afganistanlı, Özbekistanlı veya Kazakistanlı biri bu duyguyu her gün görebilir. Bazen şu hisse kapılırız: Diyelim ki biri bir araba kazası nedeniyle geçmişini unuttu ve bize öyle geliyor ki Türk halkı da geçmişini aynı şekilde unutmuş. Örneğin, Horasan usulü İslam dindarlığı Horasan ülkelerinde yaygındır. Bu insanlar İslam'a geçtiler ve Orta Doğu halklarının kültürünü asla kabul etmediler. Tarihsel olarak, İslam'ın Türklerle birlikte Horasan üslubunu kabul ettiğini görüyoruz, ancak son iki yüzyıldır Orta Doğu ve Horasan İslam'ı arasında bir fark ortaya çıktı. Örneğin, Afganistan'daki Taliban, Afganistan halkına dünyanın bir hediyesidir. Küresel bir bakış açısından, bu grup en aşırı İslamcı radikallerden biridir, ancak aynı grup Afganistan'da iktidara geldiğinde aldığı radikal kararlardan biri şuydu: NATO işgaliyle birlikte Afganistan'da din tüccarları çoğaldı ve hastaları tedavi etmek, yoksulluk ve sefaletten kurtarmak için dini reçeteler popüler hale geldi. Taliban'ın radikal faaliyetlerinden biri de bu kültürü yok etmekti. Tüm bunları bir araya getirip onlara büyücü adını verdiler ve bunu Afgan halkının zihnine yerleştirdiler. Ancak Türk dizilerinde bu davranış İslami bir değer olarak kabul edilir; kendini Tanrı'ya yakın gören biri "Ya Şafii" diyerek hastaları iyileştirebilir veya dini bir reçeteyle düşman saldırılarını püskürtebilir. Bu iki dindarlık biçiminin gelecekte iki ayrı kültüre dönüşmesinden ve Türkiye ile Türkçe konuşan ülkeler arasında kültürel bir uçurum yaratmasından endişeleniyorum. Türk-Asya ülkelerinde "birey" kutsal değil ve bu kültürün kadim tarihi kökleri var. Türkiye eğer bu ülkelerin din kültürlerini inceleyerek siyaset yapmaya kalkarsa iyi bir iş yapmış olmaz mı?
35
Aşktan iz var o bahar, acı bilmiyor gönlüm
Senden başka her güle, eğilmiyor gönlüm
Şeker ağız bu bülbül, aşktan söylüyor sana
Papağan misali öter, sissiz ilmiyor gönlüm
Ayrılmış sessiz sessiz, Şarkısız bahçelerden
Türkülü bahçelerden, aşkı silmiyor gönlüm
Cilveli bir pazarı, gönlüme açsan gülüm
Sensiz hiç bir çiçeği, kabul kılmıyor gönlüm
Yüzünün gözetmesi, aşkı icat ediyor
Sen olmasan hayattan, derdi silmiyor gönlüm
Avrupa Birliği yetmiş yıldır Türkiye'yi kapısının önünde tutuyor. Kabul etmiyor. Neden? İki açıdan bakalım. Birincisi, diyelim ki bir Hintli bilim insanı fizikte bir keşif yapıyor ve tesadüfen bir Batılı da aynı keşfi yapıyor. Bu Hintlinin Nobel Komitesi'nden Nobel Ödülü kazanma şansı var mı? Bu keşfi Nobel Komitesi'ne sunma şansı var mı? Hayır, çünkü o bir Hintli, ama bir Batılının her zaman bir şansı vardır. Batı'ya bu açıdan baktığımızda Batılı bilim adamlarının neden bu kadar ünlendiğini daha iyi anlarız.
Nobel Ödülleri adil mi veriliyor? Hayır! Batı'nın karanlık tarihi Batı'nın ışığını yarattı, ama insan ahlakı Batı'nın ışığı gibi değişemez. Batı'daki Aydınlanma Çağı'nın komünizm, radikal milliyetçilik, faşizm vb. gibi radikal fikirleri doğurduğu bir gerçektir. Bu fikirler Doğu'da hiçbir zaman var olmamıştır. İkinci açıdan: Eğer birinin bir kulübe katılacak yeteneği ve yaratıcılığı yoksa katılması mantıksız değil midir? Beni Türkiye'nin dostu, Türkiye'nin geleceğinin aynası olarak kabul edin ki, Afgan aydınlarının Türkiye hakkındaki düşüncelerini dostça dile getirebileyim. Üzülmeyin. Diyelim ki bir Horasan kulübü kuruluyor ve biz Türkiye'de yaşayanlar kulübün başına getiriliyoruz. Horasan ülkelerini de o kulübe dâhil edersek Türkiye'yi üye yapabilir miyiz? Hayır, yapamayız. Çünkü Türkiye Türk dünyası tarihinin gerçeklerinden habersiz ve Türkiye, Türk dünyası tarihinin ve halkının ruhunu yansıtan milli bir edebiyattan yoksun. Örneğin, Türkiye Milli Eğitim Bakanlığı'nın divan edebiyatı, şiir ve Aruz ilmi hakkında verdiği tüm bilgiler tamamen yanlıştır. Türkiye laikliğin ne olduğunu bile bilmiyor, tam olarak bilmiyor ve milli değerimizi, tanımı olmayan mantıktan uzak bir ucubeye dönüştürmüş durumda. Türk halkının ekonomik refahı yüksek enflasyon kültürü yüzünden zarar gördü. Evet, enflasyon kültürü! Türkiye'de enflasyon yok ama maalesef enflasyon kültürü var. Ekonomik enflasyonla mücadele etmek kolay, ancak enflasyon bir kültür haline gelmişse, bu sorunu çözme şansı var mı? Kuşkusuz Türkiye'ye Horasan'ın bakış açısından biraz tarih okumasını tavsiye ederiz. Ulusal bir literatür oluşturmasını. Enflasyonu kültür yoluyla yok etmesini, böylece enflasyonun yok edilebilmesini sağlamasını. Kuşkusuz üye olmak uzun zaman allardı. Şimdi Türkiye'ye Avrupa Birliği perspektifinden bakalım. Türkiye'nin Avrupa'ya üye olarak Avrupa'yı daha zengin kılmak için ne gibi yetenekleri var? Ekonomik yetenekler mi? Kültürel yetenekler mi? Edebi yetenekler mi? Üstün haklar mı? Türkiye'nin elinde ne var? Afgan aydınları arasında Türkiye hakkında şöyle bir zihniyet gelişti: Osmanlı'ya ve Mustafa kemal Atatürk'e olan saygınızın azalmasını istemiyorsanız, Türkiye'de yaşamayın. Türkiye uzaktan ilerici bir ülke gibi görünüyor, ama içeri girdiğinizde hayrete düşeceksiniz.
Siz dostlarım, bu düşüncelerimden dolayı beni suçlayıp düşmanım mı olacaksınız, yoksa beni bir dost ve Türkiye'nin bir aynası olarak kabul edip düşüncelerinize mi dalacaksınız? Her şey sizin elinizde, benim değil.
36
Tan, akitmiş gözlerden, damla damla şebnemi
Fecir’e kadar bu aşk, sürdürmüş gözden nemi
Gizemli halimle ben, akşam şafak uymadım
Güneş doğmadı bana, kaygısız baş koymadım
Ayrılık zordur çiçek, lavanta’sız yaşamda
Üzüntü yavaş yavaş, süzülür her akşamda
İnci dane misali, damlıyor kalbimden yaş
Eriyor göğsüm aşktan, çaresiz yavaş yavaş
Söylemiyor o şahin, ne günah yapmış güvercin?
Bükülmüş boy hilal misali, vefasız olmuş seçkin
Üstün Role oynuyor, yansımış ay cemali
El kaldırsam ellisi, demiş bana kemali
37
Tutsak yapmış zülfü, kâfir Müslümanı
Gizemlerle doldurmuş, sihirli destanı
Cemali kızgın güneş, yakmış öfkesi beni
Gamzesi hadis saçmış, manalıdır her anı
İki nergis can yakan, nüktelidir gözleri
Almış aşktan kanı, köle yapmış bu canı
Dalınçlayım gözlere, Meditasyonla halim
Fahiş pahaldır aşkı, vermez o cana kanı
Sürpriz aşk bilimi, sihirli bir nesne o
Hançer’siz beni vurmuş, ateşe vermiş cihanı
38
Tutkun oldum ipek saça, aşk yolunda roman benim
Kocaman bir çöle düştüm, sanki cansız bir can benim
Bir gazel içinde benim, yalnızca bir mısra olup
Dizelerle gazel oldum, damarlarında kan benim
Denizlerde inci gibi, ender bir balık denizde
Bir ısıtır bir üşütür, yaktın beni viran benim
Bağlanmış bir düşkün oldum, rüzgârınla yalnız bir kul
Şaşırmış yalım bu güle, elinde ben reyhan benim
Rızık aşktan gülümsetir, vermez nergisten o didar
Gözlerin ışık saçar, dudaklarına can benim
Sarıldım ben düşünceme, belleksiz olup bir nefes
Aldın benden dağarcığı, bu zalime yaman benim
Bu aşk bitmez yaşamımda, çünkü onu Kefen bildim
Götürür mezara beni, bilmiyorsun canan benim
39
Tatlı hüsün her gecemde, gizemli hayal
Tutsak oldum bir Periye, sihirli o bal
Rüyalara av oldum ben, basit güvercin
Tutsağıyla kalmadı hal, Şahin'e helal
Şarki oldum gazel oldum, aşka bir roman
Beyaz bir güle aşığım, boynum hep hilal
Göğsüne bir yuva yapsam, yanına gelsem
Rüyalarıma girsene, gelsin bir ikbal
Ben deliyim aşk yolunda, bırakma beni
Aşka düşen divanedir, çaresiz bu hal
40
Aklın yasaklarından, korkma getir ey sanem
Bir cam mey olsun, aşksız olmasın her dem
Görüşünün ışığından, parlayan ay güneş
Olamaz güzel manzara, seher yıldızı olsa kem
Toprağının zarafeti, şehnaz o aşk müziğe
Yüreğimin esintisi, aşk toprağına şem
Saçlarının dalgaları, kalbime esmedikçe
Saba kuşum konuşmaz, akar göz olur nem
Tevazu saçar dudakların, ey içecek çeşmesi
Boğulan lebime ver, ilacım olsun sanem
***
Damla damla bal2
İkinci Bölüm!
Değerli dostlar, bu kitapta, saygıdeğer Türk halkına Osmanlı alfabesini öğretmek için deneyimlerimi kullanmak istiyorum. Üniversiteler, şüphesiz Osmanlı hat sanatıyla ilgilenenlere hizmet etmeye çalışıyor. Ama öğretim yöntemimin kendine özgü bir tarzı olduğuna inanıyorum. Üniversiteler bu hizmetleri "öğretim" kurallarına göre veriyor, ancak ben bir "öğrenci" rolü oynayacağım.
Bu kitabı dikkatlice okursanız, Arapça, Farsça, Osmanlı Türkçesi, Dari dili, Özbek ve Afgan Türkmen alfabeleri ve İran Azeri alfabeleriyle yazılmış cümleleri tanıyacaksınız.
Hayatım boyunca edindiğim deneyimlere dayanarak, uygulamalı bir şekilde öğretmek istiyorum. Divan edebiyatı kültürünün öğrencisiyim. Divan edebiyat kültüründe "ezberleme" yöntemi yoktur. Bu kültür beni bildiğim her şeyi test etmeye ve araştırmaya zorladı.
Şimdi soru şu: Dilimize neden ana dil veya milli dil diyoruz? Neden her ırkın kendine özgü bir dili var? Tarihte neden 66 ana adı ve onlarca alt adı olan bir Türk dili var? Dünyada Türklerden başka ana dili bu kadar yayılmış ve bu kadar çok ismi olan başka bir ırk var mıdır? Bu gerçek, tarihimizin büyüklüğünün bir kanıtıdır. Dili bilimsel olarak anlamak için bir ırkın ortaya çıkışının ardındaki mantığı anlamamız gerekir. Örneğin: Türk ırkı! Eski zamanlarda insan toplulukları azdı ve uzak diyarlara seyahat etmek imkânsızdı; farklı diyarlardan insanlarla iletişim kurmak imkânsız olmasa da çok zordu. Bir aile diğerlerinden ayrılıp yeni bir yer seçerse, diğer insanlarla iletişim kurmak neredeyse imkânsız hale geliyordu. Tarihsel olarak, o dönemin koşulları altında, belirli bir bölgede yaşayan her aile İklime, coğrafyaya ve doğanın kanunlarına uyum sağlıyordu. Kuşkusuz başka seçenekleri yoktu. İklim ve coğrafya insanları, davranışlarını ve konuşma kalıplarını şekillendirdi. İnsanlar iklim ve coğrafyadan etkilenerek geleneklerine ve konuşma kalıplarına bağlı kaldılar. Şimdi, yıllarca bir bölgede sıkışıp kalmış ve başka hiçbir insan grubuyla iletişim kuramamış bir aileyi düşünün. Geleneklerinin ve konuşma kalıplarının da kendine özgü gelenekleri ve konuşma kalıpları olmaz mıydı? Her ailenin veya insan grubunun kendisini her yönden diğerlerinden ayırarak bir ırk oluşturmasının ardındaki mantık buydu. Örnek olarak Türkleri ele alalım! İklim ve coğrafyanın etkisiyle kendilerine özgü gelenek ve konuşma kalıpları geliştirdiler. Sayıları arttıkça geniş alanlara göç etme gereği duydular, ancak dünya değişmişti ve insanlar birbirleriyle iletişim kurabiliyor, ticaret yapabiliyor ve evlenebiliyorlardı. Anavatanlarını terk eden her Türk grubunun o yerle bir bağlantısı vardı.
Irklar uzun yıllar boyunca gelişmiş ve bir aile veya insan grubundan türemiştir. Diğer ırklarda olduğu gibi Türk ırkında da, ailenin veya grubun reisi olan ilk kişiye "Türk" denirdi. Diğerleri ondan türemiştir. Böylece onun soyundan gelenler Türk ırkını oluşturmuştur. İnsanlık tarihinde bu dönem, insanlığın ilk evrimsel dönemiydi, ancak bu dönemden sonra Farklı bölgelere yayılan ve siyasi liderlik seçen bu halklar tarihe yeni isimlerle kaydedildi; örneğin Hunlar! Örneğin Karluklar! Örneğin Özbekler! Örneğin Osmanlılar vb. İkinci isimleri ise "siyasi kimlikleridir". Örneğin Türkiye! Türkiye etnik bir isim değil, siyasi bir varlık olduğu için siyasi bir isimdir. Türkiye ismi tüm Türkiye halkına aittir. Dünyadaki tüm Türklere ait değil! Mesela, Türk! Türkiye'de Bu isim siyasi bir isimdir; tüm Türkiye halkına aittir. Bu isim etnik bir isim değildir çünkü Türkiye halkını temsil eder. Bu isim etnik bir isim olduğunda, " Türkiye Türkü" dediğinde olur, örneğin Özbek Türkü, Azerbaycan Türkü, Tatar Türkü vb.
Örneğin, Türk vatandaşlığına geçen herhangi bir ırktan bireylere, yasal kimliklerini yansıtan bir kimlik belgesi verilir. Bu kimlik belgesi, Türkiye milletinin tüm maddi ve manevi ayrıcalıklarından yararlandıkları için onları "Türk" olarak tanımlar. Bu bireyin maddi ve manevi hakları, "Türk" olarak sundukları kimlik aracılığıyla Türkiye'de garanti altına alınır. Aynı kimlik, dünya çapında "Türk" olarak bilinir. Bu unvan, Türkiye'deki bir bireyin ırkını değil, siyasi ve yasal haklarını tanımlar. Bu isim Türkiye toplumunun bir üyesi anlamına geliyor.
Not: Bazı cahiller bu isme ırkçı bir anlam yüklerse, dünyadaki tüm Türklere ihanet etmiş olurlar. Mantık şu: Irksal bir anlam kazanmış olan "Türk" kelimesi dünyadaki tüm Türkleri ifade ediyorsa, hangi mantık sadece Türkiye'nin onu kullanmasına izin veriyor? Dünya Türkleri şu soruyu sormuyor mu: Dünya Türklerinin bu milli gururunu hangi hakla kullandınız? Ne cevap verebilirler ki?
Benzer şekilde, Türk dili bir ırksal kimlik değil, siyasi bir kimliktir. Çünkü Türk dili, Türkiye'nin resmi devlet dilidir. Başka bir deyişle, siyasi bir dildir. Seçilen Türk dillerinden biridir. Bu dile herhangi bir ırksal kimlik atfedilemez. Türkçe dilleri arasından seçilen Türkiye'nin resmi ve idari dili, Özbek Türkçesi, Azerbaycan Türkçesi, Türkmen Türkçesi, Kazak Türkçesi vb. gibi diğer Türk dilleriyle ortak bir etnik kimliğe sahiptir. Bu, bu dilin değer ve öneminin diğer Türk dilleriyle aynı olduğu anlamına gelir; ne eksik ne fazla. Bu, tüm Türk dillerinin aynı temel içeriğe sahip olduğu anlamına gelir. Örneğin, Türkiye'de Türkçe farklı bölgelerde farklı şivelerde konuşulur. Şimdi, bu bölgelerin belirli bir uzamsal ve zamansal mesafeyle ayrıldığını varsayalım. Diller doğası gereği bir "hareketliliğe" sahiptir, bu nedenle uzamsal ve zamansal mesafenin etkisiyle dillerin konuşma biçimleri arasında da bir mesafe oluşur. Örneğin, Hunların konuşma biçimi Özbeklerin konuşma biçiminden farklıdır. Ancak bu dillerin "kuralları" (gramer) aynıdır, değişmemiştir ve asla değişmeyecektir. Örneğin, Osmanlı Türkçesi ve Türkiye Türkçesi telaffuz açısından çok farklı olsa da dilbilgisi kuralları aynıdır. Yüzde birlik bir fark bile yok.
Her dilin dil bilgisi, her ırkın ana ailesinin ortaya çıkışıyla eş zamanlı olarak oluşmuştur ve kurallarından hiçbiri değişmemiştir ve o zamandan beri de değişmeyecektir. Değişseydi, Türkçe denmezdi. Şunu anlamak çok önemlidir: Dil bilgisi değişmez, ancak bir milletin edebi dili zayıfsa, ana dili yabancı dillerin etkisi altında yok olur, yani "ölür". Bu nedenle, tüm Türk dillerinin dil bilgisi tek bir dil bilgisidir. Mantık şudur: Osmanlı alfabesiyle okuma yazma öğrenmek istiyorsanız, tek bir koşul ve tek bir kural vardır. Bu kural şudur: Türk ırkının ortaya çıkışının ardındaki mantığı anlamalısınız. Türk dillerinin dil bilgisinin, bu ırkın ortaya çıkışıyla eş zamanlı olarak oluştuğunu bilin. Kurallar değişmedi ve değişmeyecek. Dolayısıyla öğrenmenin en iyi yolu, modern Türkçenin dilbilgisini bilmektir. Osmanlı alfabesini öğretmek için kullandığım benzersiz yöntemle, modern Türkçenin kurallarını ezberlemeden anlayabilirseniz, Osmanlı alfabesiyle yazılmış tüm Osmanlıca ve diğer dillerdeki metinleri fazla zorlanmadan okuyabilirsiniz. Bazıları Osmanlı Türkçesi öğretmek için "Osmanlı Türkçesi Grameri" adlı kitaplar yazmışlar. Çok basit bir problemi, kimsenin bu kadar karmaşık bir Osmanlıca öğrenemeyeceği kadar karmaşık hale getirmişler. Şaşkınlıkla bakıp kendi kendime "Dilin mantığını anlıyorlar mı?" diyorum. Ne yazık!
Örneğin Türkiye'de, "şiir yazma kuralları" ne kadar karmaşık olursa olsun, öğretiyorlar. Şairlerin bu kurallarla şair olduklarını sanıyorlar. Hayır! Çünkü Türkiye'de şair yok ve kimse şair olmanın mantığını bilmiyor. Genç bir insan "Aruz ilmi" ve "hece ölçüsü" kurallarına göre şiir yazabilir mi? Türkiye'deki gençlerin, bu kuralları dikte eden öğretmenlere şunu söylemeleri daha doğru olur: Sevgili ve saygıdeğer öğretmenlerim, lütfen şiirlerinizi rehberlik için yazın ve bu kuralları şiirlerinizin içinden öğretin. Bunu yaparlarsa herhangi bir öğretmen Divan edebiyatından en az bir şiir yazabilir mi? Her olgunun mantığını ve doğasını anlamak gerekir.
Buraya kadarki mantığıma katılıyorsanız, dilin tanımını anlayalım. Dil nedir? Dünyamızdaki her canlının havaya ihtiyacı vardır. Şüphesiz hiçbir canlı hava solumadan yaşayamaz. İçeri alınan ve tekrar dışarı verilen hava, canlının hava yardımıyla "ses" üretmesine neden olur; bu sese "dil" denir.
Canlı, havayı alırken ve dışarı verirken "iki tür ses" üretir. Bu iki farklı ses bir araya geldiğinde bir anlam ortaya çıkar ve her canlının hava yardımıyla ürettiği ses, "çift" özelliğine sahiptir.
Kur’an mantığına göre, dünyada yaratılmış veya yaratılmakta olan her olgu bir “çifttir”. Yalnızca Allah birdir. Her canlı çıkardığı bir sesi "çift" özelliğiyle çıkarır. Bu mantık, havanın karaciğerde solunup dışarı verildiğinde bir "çift" ses ürettiğini söyler. Bu özelliği tanıtmak için toplumda alfabeyi kullanırız. Başka bir deyişle, bunlar "harf" değil, "sesler"dir. Her ses bileşenini tanıtmak için alfabeyi kullanırız. Ağızdan çıkan her sesin iki özelliği vardır; bu iki özellik iki tür sestir: biri "ünlü" sesi, diğeri "ünsüz" sesidir. Bunları tanıtmak için alfabeyi kullandığımızda, harfleri iki gruba ayırır ve bunları tanıtırız. Bir grup harfi "ünlü" isminden, diğer grubu ise "ünsüz" isminden türetiriz. Şimdiye kadar, tüm kurallar tüm dillerde aynı şekilde işlemiştir. Alfabeyi "sesleri" temsil etmek için kullandığımızda, alfabelerden birini seçeriz. Örnek: Latin alfabesi! Örnek: Arap alfabesi! Bu alfabelerden birini seçerken, alfabenin her harfinin tüm hareketlerini bilmemiz gerekir, Elbette her alfabe özünde bir "desendir". Bununla ses oluşumunun desenini temsil ederiz. Örneğin, bir kek pişirirsiniz, içindeki malzemeleri hazırlarsınız, kalıba dökersiniz ve sonra keki kalıpta pişirirsiniz. Dikkatli bakarsak, kek pişirmenin tüm kuralları bilinmektedir. Başka bir deyişle, kekin içindeki malzemelerin nasıl dizileceği ve kekin kalıpta nasıl pişirileceği, bunlarla ilgili her kural doğada mevcuttur. Başka bir deyişle, Tanrı her kuralı bizim kolaylığımız için koymuştur ve biz de bunu bilmeli ve ona göre hareket etmeliyiz. Alfabe bir kalıp gibi davranır. Şimdi bir an düşünelim. İki kalıptan iki kek pişiriyoruz. Pişirirken ayrı kurallara mı ihtiyacımız var yoksa bu iki keki tek bir kuralla mı pişiriyoruz? Kek ve kalıp dizilimi yasasını biliyorsak, neden farklı yasalar olsun ki? Böyle bir şey yok. Dolayısıyla bir kek pişirdiğimizde onu "ateş" ve "su" ile pişirmeyiz, sadece ateşle pişiririz. Anlatmaya çalıştığım mantık şudur: İster Türkçeyi ister başka dilleri iki veya üç alfabeyle yazmak isteyelim, tek bir koşul gereklidir: dilin ve alfabenin mantığını bilmek. Dolayısıyla Osmanlıca, Özbekce veya Azerice dilbilgisi adına farklı dilbilgisi kuralları yoktur. Çağdaş Türkiye Türkçesinde bulunan dilbilgisi kuralları tüm Türk dillerinde aynıdır.
Şimdi Osmanlı alfabesini anlamaya çalışıyoruz. Arap alfabesinden türetilen bu alfabe, Kur'an edebiyatının yayılmasıyla yaygınlaştı ve biz Horasan'daki Türkler de onu benimseyip kullanmaya başladık. Şimdi soru şu: Arapların kendi alfabeleri var mıydı? Cevap: Hayır! Arap alfabesi, nesnelerin çizimiyle başlayan Orta Doğu'nun antik coğrafya alfabesinden türemiştir. Bu, bu alfabenin bir ırkla ilişkili olmadığı ve olamayacağı anlamına gelir. Bu alfabeye "Arap" adını veren tek güç, Kur'an edebiyatının gücüdür.
Edebiyat Edebiyat Edebiyat, insanlık tarihi boyunca dünyada tek egemen güç edebiyat olmuştur.
Her harf, bir nesnenin görüntüsünden başlayarak zamanla şekil değiştirerek kendi anlamını kazanmıştır. Şimdi sıra şu soruya geliyor: Hangi harf hangi mantıkla hareket ediyor, hangi kuvvet ona ses veriyor?
Her "harfin" sesine kim yardım ediyor?
İslam Arabistan'da ortaya çıktığında Arapların modern bir alfabesi yoktu. Arap kültüründe yazılı bir kültür yoktu, sadece sözlü kültür hâkimdi. Kur'an yazılarının çeşitli ıslah aşamalarından sonra bugünkü şekline ulaşmıştır.
Arap alfabesi 28 harften oluşur. Sasanileri yenen Araplar, alfabelerini ve edebiyat kültürlerini günümüz İran coğrafyasına uyarlamışlar ve Sasani dillerini yok etmişler ancak Horasan'da yenildiler ve Horasan kültürüne hâkim olamadılar.
Tarihin bu gerçeğini bilmek biz Türkler için çok önemlidir.
Araplara karşı çıkan Horasan (Afganistan) isyanı, hanedanın değişmesine neden oldu ve Abbasiler iktidara geldi. Unutmayalım ki İslam'dan önce Sasanilerin rakibi sadece Bizans İmparatorluğu değil, Akhun Türkleri de onların en büyük rakipleriydi. Ak Hun İmparatorluğu Hindistan ve Horasan'ın hükümdarıydı. Bu imparatorluk dünyanın en büyük devletiydi ve Sasaniler uzun yıllar bu devletin vergi mükellefiydi. Bu iki devlet arasında, özellikle savaş meydanlarında oldukça ilginç siyasi oyunlar yaşanmış. Sasaniler, Türklerin savaş taktiklerine sık sık aldanmış ve vergiye tabi tutulmuşlardır. Bu iki devlet arasındaki çatışma ve diğer iç faktörler Sasanileri zayıflatmış ve Türk devleti kendi içinde parçalanarak küçük devletlere bölünmüştür. Öte yandan Sasani hükümeti dini bir hükümet haline geldi. Zerdüşt dini Sasani hükümetinin ve onun gruplarının eline geçti. Eğer siyaset dine girerse o din "sağlıklı" kalabilir mi? Bu soruya Sasani dini kitabından cevap verilebilir (Avesta Kitabı). Hükümetin dine müdahalesi ve grupların dine müdahalesi, Zerdüşt dinini doğa dışı hale getirdi ve halka katı yasalar dayattı. Bu durumla karşılaşan Sasani halkı, yüzünü Araplara çevirdi. Araplar, Sasani fethinden sonra Horasan'a (Afganistan) saldırdılar ancak mağlup oldular.
MS 751 yılında gerçekleşen Talas Muharebesi, Türkler için büyük olaylardan biridir. Elbette bu iki olaydan sonra Türkler, Abbasi topraklarında giderek askeri ve siyasi güç kazanarak İslam'a "Türk rengini" vermişlerdir. Türklerin İslam dünyasına hakim olmasının ardından, Türk kültürünün bu dinin gelişmesine katkıda bulunduğunu ve Horasan ve diğer Türk bölgelerinde ekonomik bir itici güç olan ipek ticaretinin, Batı deniz ticaretiyle birlikte ekonomik önemini yitirdiğini unutmayalım. Horasan ve diğer Türk bölgelerinin ekonomisi zayıfladıkça, Orta Doğu kültürü İslam dünyasındaki hâkimiyetini yavaş yavaş yeniden kazandı.
MS 821 yılında bir Horasan hanedanı (Tahirliler) bugünkü İran (Sasani) coğrafyasını Arap işgalinden kurtararak İran coğrafyasında Horasan'ın otoritesini kurmuştur ve bu otorite devam etti ve Dari dili İran'da da Türkler tarafından yayıldı. Zira İran'ın Araplar tarafından işgal edilmesinden sonra Sasani dilleri ortadan kalkmış ve Türk-Fars işbirliğiyle Horasan'da Dari dili adı verilen yeni bir Fars dili oluşturulmuştur. Bu dil Türk edebiyatının dilidir ve Türklerin öncülüğünde Horasanda (Kuzey Afganistan'da) oluşturulmuştur. Bu dil, Horasan halkının edebi diliydi ve bugün Afganistan'ın edebi dilidir; herhangi bir ırka bağlı değildir.
(Biz Türklerin tarihinin büyüklüğünü bilmek için şunu unutmamalıyız: İslam'ın başlangıcında "İran" adında bir ülke yoktu çünkü "İran" kelimesi 10. yüzyılda "Gazneli Sultan Mahmud'un Şehname kitabıyla oluşturulmuş, daha sonra Selçuklu Türkleri ile İran coğrafyasında yaygınlaşmış, daha sonra Kaçar Türkleri ile resmiyet kazanmıştır. Yani İran ismi ilk kez Firdevsi tarafından Sultan Mahmud Gaznevi'nin Şehnamesinde türetilmiştir. Şehname'de bu isim Horasan'ın (Afganistan) güney vilayetleri için kullanılmaktadır. Horasan Türklerinden olan Selçuklu ailesi Gaznelilerin saflarında yükselmiştir. İran coğrafyasını Gaznelilerden alan bu aile, İran'ın adını o coğrafyaya yaydı. Çünkü Horasan şiir ve edebiyat kültürü Selçuklular tarafından yaygınlaştırılmış ve Şehname halka tanıtılmıştır. Başka bir deyişle, Selçuklulardan önce Sasani bölgesinde şiir kültürü diye bir kültür yoktu. Şüphesiz, o dönemden en az bir şiir bile mevcut değildir. Sasani yönetimi Arapların işgaline geçince, Araplar Arap dilini ve kültürünü yaydıkları için İran coğrafyası Arap coğrafyası haline geldi. Bu coğrafya Horasanlılar tarafından Arapların elinden, dilinden ve kültüründen kurtarılmış, daha sonra bu coğrafyada Fars dili Türkler tarafından Dari dili adı altında yeniden yaygınlaştırılmıştır. Bu tarihte Perslerin en ufak bir rolü yoktur. Yani eğer Türkler Araplar gibi veya Batılılar gibi işgalci olsaydı bugün İran diye bir ülke olmazdı. Fars dili diye bir dil olmazdı. Ne yazık ki Türkiye'de herkes bu tarihin tam tersini biliyor.)
28 harften oluşan Arap alfabesi Farsça ve Türkçe dilleri için yeterli değildi. Sorunu çözmek için alfabeye üç harf پی / پ) /pe ) (ژی / ژ /je ) ve (/ چ / چی çi ) eklendi. Bu hizmet Horasan'da hâce Abulmalık tarafından gerçekleştirildi. Daha sonra alfabeye dördüncü harfin ( / گ / گافgaf) eklenmesiyle Farslar ve Türkler tarafından kabul edilen alfabe 32 harfe, Hemze ile birlikte 33 harfe ulaştı. Bu gelişmelerin Horasan'da yaşandığını unutmayalım. O dönemde Sasani coğrafyası Arapların elindeydi ve Arap dili ve kültürü hâkimdi. Horasan'da bu iki halkın dilleri ve edebiyatları birbirine karıştığı için Türklerle Farsların kültürleri de birbirine karışmıştır. Horasan'da, özellikle Afganistan'ın kuzeyinde, Tacikistan ve Özbekistan'da iki millet birbirine o kadar yakın ki neredeyse aynı. Dari dilinin ortaya çıkmasında bu özelliği etkili olmuş, Farsların ve Türklerin yazı dili haline gelmiştir. Bu dilde Türklerin rolü Farslardan daha belirgindir. Bu da Dari dilini Türk tarihinin en iyi edebi dili haline getirmiştir. Bu olay Farsların ve Türklerin aynı alfabeyi kullanmasına neden oldu.
33 harften oluşan Farsça ve Türkçe alfabesi son yüzyıllarda Türk dili için yeterli olmamıştır. lacerem Türk dili, Dari diline göre kelimelerin telaffuzunda değişiklik gösteriyordu. Özellikle Osmanlı döneminin son yıllarında yazarlar arasında hararetli tartışmalar yaşandı. Bu tartışmalar alfabenin Latin alfabesine dönüştürülmesi zihniyetini hazırladı ve cumhuriyetten sonra alfabe değiştirildi. Şimdi soru şu: Alfabeyi değiştirmek Türkiye'ye faydalı mıydı, zararlı mıydı? Bana göre Türkiye için hem faydalı hem de zararlıydı. Türkiye'nin Batı dünyasına yaklaşımı faydalı oldu. Zararlıydı besbelli Türkiye'yi Türk dünyasının binlerce yıllık değerlerinden uzaklaştırdı. Bu durum, edebi kültürü zayıflatmış ve Türkiye'nin Türk karakterli ulusal bir edebiyattan yoksun kalmasına neden olmuş ve Batı edebiyatında kendinden hiçbir şey yansıtamamıştır. Yani Divan edebiyatından uzaklaşmış, Batı edebiyatına Türk rengini yansıtamamış ve sonuç olarak Ortadoğu kültürüne tutsak olmuştur.
Şu gerçeği anlamalıyız ki, Divan edebiyatını bilmeden Türkiye'de hiç kimse Batı edebiyatının ne olduğunu bilemez. Mantık şudur: İnsan önce kendini, dilini ve edebiyatını tanır ve bu deneyimle başkalarını ve başkalarının edebiyatını tanır. Ne yazık ki, Cumhuriyet'ten sonra Türk milli değerleri bir kenara atılmış, Avrupalılaşma adına Avrupalı gibi davranmaya başlamış ve bunun sonucunda da kendilerini Orta Doğu'nun alışkanlıklarına kaptırmıştır.
Latin alfabesi resmi alfabe olsaydı, eğitim bu alfabeyle yapılsaydı ve Latin alfabesinin yanında eski alfabeden bir ders devam etseydi ve edebiyatta iki alfabe kullanılsaydı, Türkiye'nin geleceğine en büyük hizmet olurdu. Bana göre Türkiye bu hatayla kendine zarar verdi.
Türk dilleri görünüş olarak farklı olsa da içerik olarak aynıdır. Afgan Türkçesindeki sorunu çözmek için iki yeni sesli harf ekledik ve sanırım sorunu çözdük. Bu alfabeyi Osmanlı alfabesini öğretmek ve her harfin hareketinin mantığını göstermek için kullanacağım. Şimdi soru şu: Herkes Osmanlıca konuşabilir mi? Cevap: Hayır! Hüveyda ki her Türkün dil hareketi Osmanlı Türkçesinden farklıdır. Örnek: Ben Afgan Özbek'im ve dil hareketim Özbek Türkçesine dayanmaktadır ve ben Türkiye Türkçesini bu ülkenin Türkü gibi telaffuz edemem.
Örneğin, şiirlerimde kullandığım kelimeleri ve yazılış biçimlerini yazılış biçimleri gibi telaffuz edemiyorum. Son yıllarda bu dil yüzünden birçok kez aşağılandım.
Her ülkenin kültürü farklıdır. Örneğin, Türkiye'den Afganistan'a bir Türk gelirse, hafızasında en azından birkaç Türkçe kelime olan bir Afgan, kendisini yabancı hissetmemesi için onunla Türkçe konuşur. Ancak Türkiye'de, dilim aracılığıyla algılanan Özbek kimliğim, Türklerden üçüncü dünya ülkesine ait olduğumu ve bizden bir sınıf üstün olduklarını anlamamı sağlıyor. Ne yazık ki, bu kültür son yıllarda Türk siyaseti ve medyası tarafından pekiştirildi.
Amacım gerçeği ortaya çıkarmak. Gerçek şu ki, hiçbir Türk, bir Osmanlı gibi konuşamaz. Bu durumun bir önemi yok. Önemli olan, bir Türk için Osmanlı yazılarını "anlamak ve bilmek". Örnek: Bir Türk, Yunus Emre'nin şiirlerini Osmanlı alfabesiyle okuyup anlayabilirse, Türkiye'nin geçmiş medeniyetini gelecek nesillerin düşünceleriyle bağlayabilir. Şu gerçeği anlamalıyız: Divan edebiyatında şiirlerin mantığı ve anlamı asla eskimez. Bu şiirlerin içsel içeriği, insanlığın her an medeniyet inşa etmesi için bir araçtır. Çünkü Divan edebiyatı kültüründe mantıksız üslup veya popülizmin yeri yoktur. Örnek: Tarih, geleceği inşa etmek için en iyi olanaktır. Örnek: Batı'nın cahiliye dönemini bilmezsek, Batı'nın geleceğini tahmin edemeyiz. Örnek: Almanlar, Avrupa'nın en disiplinsiz halkıydı, bu yüzden tarihsel olarak birleşik bir devlet kuramamışlardır. Ancak Aydınlanma Çağı'yla birlikte eğitimlerine katı kurallar getirildi. Sonuç olarak, Almanlar yasama çağına girdiler ve dünyanın en disiplinli halkı oldular. Ancak yasamayı ve disiplini hayatlarının o kadar ayrılmaz bir parçası haline getirdiler ki, artık her Alman devlet evrak işlerinden nefret ediyor. Tarihin gerçeği, tarihi geleceğe yönelik anlamanın insanları kölelikten kurtardığıdır.
Şimdi bir soru daha: Osmanlı konuşamıyorsak neden öğreniyoruz? Ne anlamı var? Cevap: Türkiye'de size Türkçe yazıların Osmanlı alfabesiyle okunmasını öğreteceğim. Bu doğru bir mantıktır. Bu mantıkla Türkçe metinleri okuyabiliyorsanız biraz pratikle Osmanlıca metinlerini de okuyabilirsiniz. Makaleleri Dari, Farsça ve Arapça olarak okuyabilirsiniz. Ali şir Navi'nin yazılarını okuyabilirsiniz. İran'ın Azeri yazılarını, Afganistan'ın Özbek ve Türkmen yazılarını okuyabilirsiniz, çünkü ben size eski alfabeyle okumayı öğreteceğim.
Dari Fars alfabesindeki 32 harften 8'i Fars alfabesinden değildir. Yani bu 8 harften birini taşıyan hiçbir kelime Farsça değildir. Bu sekiz harf Farsça Dari kelimelerinin neredeyse yüzde otuz ve kırkında mevcuttur. Bu mantıkla her dört kelimeden en az biri Farsça değildir. Ayrıca birçok eski Türkçe kelime ve diğer dillerden gelen kelimeler de biraz değiştirilerek Farsça-Dari kelimeler haline getirilmiştir. Yani Dari dilindeki ana Farsça kelimeler 100 üzerinden 25'i geçmiyor. Fakat soru şu: Farsça kelime sayısı az olan ve zayıf bir dil sayılması gereken Darice neden dünyanın en büyük edebi dili oldu? Tek bir cevap var: "Divan edebiyatı!" Divan edebiyatı bu dili meşhur etti. Örneğin, Türk edebi zihniyetinde kelimelerin çoğu ya Arapça ya da Farsçadır. Şimdi soru şu: Kuran edebiyatı olmasaydı Arapça Türkiye'de bu kadar popüler olur muydu? Bunun sebebi Arapça kelimelerin Arapçada çok güçlü olması değil, birçok kelimenin Arapça kökenli olmayıp Kuran edebiyatının etkisiyle Arapça isimlerle bilinmesidir. Bu mantık Darice için de geçerlidir.
Not: Horasan'da Arap alfabesinden türetilen modern Farsça olan Darice, dilin 32 harfinden sekizini Farsça olmayan bir biçimde içerir; yani bu sekiz harften birini içeren hiçbir kelime Farsça kökenli değildir. Örneğin, Türk alfabesine sekiz yeni harf eklenip Türkçeden sekiz harf çıkarılırsa ve bu sekiz harften birini içeren herhangi bir kelime yabancı kelime olarak kabul edilirse, modern Türk dili eski Türk dili gibi olabilir mi?
Başka bir deyişle, Sasani bölgesinin Araplar tarafından fethedilmesinin ardından yeniden inşa edilen Darice yeni bir dil haline gelmiştir.
Öte yandan Türklerin Ortadoğu'daki siyasi rolünün de etkisiyle Arap dili ve edebiyatında Arapça kelimelerin telaffuzu Türkçe ve Farsçaya yakınlaşmıştır. Örnek: Arap halkının konuşmasında Arap alfabesinde bulunmayan dört harfin sesi bulunmaktadır.
Not: Türk ve Dari Fars alfabelerindeki "گ" (gaf) harfinin kendine has bir hikâyesi vardır. Arap alfabesi olarak bildiğimiz alfabe, Kur'an edebiyatının baskısıyla yaygınlaştı. Bu alfabenin başında bu alfabe dilleri yazmaya yetmiyordu. Alfabede "گ" sesi yoktu. Sorunu çözmek için "ک" (kef) harfini iki nokta, bazen de üç nokta ile yazdılar. Bu ipuçları onların "گ" harfini bulmalarını ve kullanmalarını sağladı. Bu harfe eski Osmanlı yazılarında rastlarsanız "گ/ gaf" olarak telaffuz edin.
Çok önemli bir soru daha: Modern Türkçede alfabe dilin dallarına mı gitti yoksa dil alfabenin kollarına mı atıldı?
Bu alfabe Türk dilini güçlü mü, zayıf mı yaptı?
Tarih boyunca alfabe dilin dallarına gitti, dilin iradesiyle dans etti ama Türkiye'de bu mantık tersine döndü. Türkiye'de alfabeyi yaptılar, alfabenin dallarına dili koydular, alfabenin dallarından da modern Türk dilini yaptılar. Bu yöntem okuryazarlığın öğrenilmesine yardımcı oldu, ancak edebiyatı zayıflattı. Besbelli bu yöntemle yüzlerce yıllık tecrübeyi çöpe attılar. Bu dilin grameri tamamlayıcı ve kelime bankası ortalama düzeyde olmasına rağmen minimal kelimelerle yazılan bir dil haline gelmiştir. Hüveyda Kİ bu dilin edebiyatını oluşturamadılar. Örnek: Gazetelerden on yazarın makalelerini toplayın, bu on makalenin kaç kelimeyle yazıldığını görün! Veya 1950'nin edebiyatını 1980'in edebiyatıyla karşılaştırın ve 1980'in edebiyatını 2025'in edebiyatıyla karşılaştırın. İncelerseniz edebiyatın her geçen yıl daha da fakirleştiğini görürsünüz. Kuşkusuz Türk dilinde milli bir edebiyat kalmamış ve edebiyatın yerini siyasi söylemler almıştır. Bu yöntem devam ederse Türkiye'de Türkçe dünyanın en zayıf dillerinden biri haline gelecektir. Kuşkusuz, Cumhuriyet sonrası edebiyat kültürünün gerilemesi ve basının siyasete ve popülizme teslim olması bu felaketi beraberinde getirdi. Şimdi soru şu: Türk basınında edebiyatı besleyen en azından birkaç eğlenceli program var mı? Şiir kültürünü besleyen en azından bir program var mı? Bu gerçeği anlarsanız bu yoksullukla edebiyat yapamayacağınızdan emin olabilirsiniz. Aynı şekilde on edebiyatçının makalelerini ele alırsak on makalenin sözleri hemen hemen aynı olacaktır. Şüphesiz Türkçedeki olanaklar da bunu göstermektedir. Banka rezervleri ortalama ama banka rezervlerini kullanmaya zorlayan edebiyat kültürü Türkçede yok. Bu on edebiyatçının bir mucize eseri Edebiyat Divanı şairi olsalar, hafızaları kelime hafızası zayıf olduğundan en az bir iki şiir yazamayacaklardır.
Bazıları Türkçe dil bankasını Fransızca veya Almanca dil bankasıyla karşılaştırıp Türkçenin gücünü belirlemek için kullanıyor. Bu yöntem yanlıştır çünkü bir dilin banka rezervi, o rezervin kelimeleri o milletin dilinde ise o dilin gücünü gösterir. Bu da güçlü bir edebiyat dille mümkündür Halkın diliyle değil. Edebi kültür o toplumun entelektüel katmanına hâkim oldukça edebi dil güçlenir. Karşılaştırmacıların her iki dilin edebi dilini bilmesi ve her iki dilin edebiyatına hâkim olması durumunda iki dilin karşılaştırılması mümkündür. Diyelim ki bir Türk dilbilimci, Türkçeyi Fransızcayla karşılaştırıyor, Dilbilimcinin temel Türk ve Fransız edebiyatı bilgisine sahip olması durumunda bu mümkündür. Edebi dili bilmek kolay bir iş değildir. Türkiye'de Batı'ya ve Orta Doğu'ya teslimiyetçilik etiği çok güçlü! Bu etik, Türk âlimlerini Türk tarihinden ve Horasan'ın tarihi kültüründen uzaklaştırmış ve bence onları Batı'nın ve Orta Doğu'nun kölesi haline getirmiştir. Milli edebiyatımız, Türk Dünyası Edebiyatı dünya çapında olmasına rağmen, ekonominin zayıflığı ve bilgi ve cesaret eksikliği nedeniyle maneviyatımızdan uzaklaşmış durumdayız.
Modern Türk dilini Osmanlı dili, Dari dili, Orta Asya Türk dilleri ve en önemli dil olan Ali Şir Navai dili ile karşılaştırmak gerekir. Elbette bu dillerin edebiyatını bilmek mümkündür. Türk edebiyatı profesörleri Avrupa dillerindeki edebiyatın inceliklerini biliyorlar mı? Bilselerdi, Batılılarla rekabet edecek ulusal bir edebiyat yaratırlardı. Yaratıldıysa, nerede?
Her millette iki dil vardır; Halkın dili ve edebiyatın dili. Halkın dili edebiyat diliyle korunabilir. Örnek: Dari'de Divan Edebiyat kültürü ve ahlakı kesintisiz devam etti. Bu olay Afganistan halkının Dari dilini korumuştur. Örnek: Mevlana eserlerini sekiz yüz yıl önce yazmıştır. Sekiz yüz yıl içinde Anadolu'da Türk dili üç kez şekil değiştirdi. Ama Afganistan'da Mevlana'nın dili değişmedi. Örnek: Benim şiirlerim ile Mevlana'nın şiirleri arasında en ufak bir telaffuz farkı yoktur. Edebiyat dili zayıfsa ve banka kelimesini kullanmayı zorlayacak bir kültür yoksa halkın dili fakirleşecek ve güçlü dillerin saldırısına uğrayacaktır. Örneğin, Türkiye'deki eğitimli gençler arasında Avrupa dillerinin "kelimelerinin" öne çıkması, Türklerin bunları anlamasını zorlaştırıyor. Yani Türk gençleri, özgüvenle konuşmak için bilinmeyen Batı kelimelerini kullanıyor ve ben bu uygulamaya karşıyım. Türkçe dil veri tabanında bulunan kelimelerin kullanılmasından yanayım.
Türkçenin zayıflığı neden dünyada tartışılıyor ve Türk profesörleri neden bu zayıflıktan Türk halkını, Osmanlı dönemini ve Selçuklu dönemini sorumlu tutuyor? Bu profesörler edebiyatın mantığını anlıyor mu? Türkiye'nin Türkçe konuşmadaki yoksulluğunu ortaya koyan dünya, bu profesörlerin yazılarını ve konuşmalarını ölçmüş ve bir sonuca varmış. Yani, kimse Türk halkının konuşmasını hesaplamamış. Sadece bu profesörlerin konuşma miktarını kaydedip sunmuşlar, ancak bu profesörler bu sırrın farkında değiller. Çünkü burası Türkiye!
Edebiyat dili nasıl bir dildir? Edebiyat dilinde bir yazının şu özelliklere sahip olması gerekir: Yazının yazılışı tatlı olmalı ve akıcı bir şekilde okunmalıdır. Yazıdaki mantık yazarın güvenilirliğini garanti etmelidir. Yazı dil bankasını kullanmalı ve dil bankasını zenginleştirmenin koşullarını hazırlamalıdır. Okuyucuyu düşündürmelidir. Örnek: Ey Peygamber De ki: "Yeryüzünde gezin de bakın, yaratmayı nasıl başlattı, Sonra Allah ahireti de aynı şekilde yaratacaktır. Gerçekten Allah her şeye kadirdir. Ankebut Suresi 20. ayet. Bu ayetin yazıları tatlıdır, sağlam bir mantıkla yazılmıştır ve Düşündürüyor.
Bu ayetin edebî metinlerine dikkatlice bakarsak Allah tek bir ayette insana çok değerli mesajlar vermiştir. Bu mesajlar: Allah'ın bakış açısına göre Allah bu kâinatı yaratmaktadır. Örnek: Bir bina inşa ediyorsunuz, binanızın bir başlangıcı var ve tamamlandıktan sonra mutlak bir yerleşimi var, yani inşa planı tamamlandıktan sonra değişmiyor, ancak kâinat sizin binanızın mantığı gibi değil bu ayetin mantığıyla kâinat inşa ediliyor. Yani evrimleşiyor. Allah insana diyor ki: Bu aşamayı kendi gözlerinle gör, şu anda evrim aşamasında olan ve her an değişen bu kâinatı, bu mantıkla ahiret dünyasını inşa edeceğim.
Örnek:
Dürüstlük inancımız, dilimizde iman var
Üzüm tanesi gibi göğüste cam şarap
Bu beyittin amacı güzel ahlaktır. Şimdi soru şu: Şarap bir tane üzümden örnek olarak veriliyor. Her bir üzümde şarap var mıdır? Ve bu beyitte şarabın metaforu nedir? Görüyorsunuz, üzüm şarabın hammaddesidir ve üzümün işlevi şarap yapmaktır. Dolayısıyla bu mantıkta hiçbir ikiyüzlülük yoktur. Şarabın Divan edebiyatında onlarca anlamı vardır ve bu beyitte Dürüstlük ve hakikatin mutluluğundan bahsedilmektedir. Şimdi soru şu: Bu beyit düşündürmüyor mu? Eğer bir şey sunamıyorsa, edebi bir değere işaret edebilir mi?
Örnek:
Biz içmeyiz zevk için cam şarabı
Meyle yıkarız ruhu her tur pis riyadan
Artık Türkçe ve Osmanlıca yazacak 35 harfimiz var. Araplar tarafından 28 harf kullanılmaktadır. Dari Farsça dili 33 harf kullanır. Eski çağlarda Türk dili 33 harfle yazılıyordu. Bu 33 harf Horasan'da Türkler ve Persler tarafından kullanılmış, Osmanlılar da Horasanlıların edebiyatını Anadolu'da devam ettirmişlerdir. Çünkü onlar da Horasanlıydılar. Şimdi soru şu: Bu son yüzyıllarda Türk dilinde bu 33 harf neden yeterli değildi ve Dari dilinde neden yeterli idi?
Değerli arkadaşlar, siyasal ve toplumsal gelişmelerle birlikte diller de değişmektedir. Güçlü bir edebiyat olmadan formunu koruyamaz. Türklerin tarihini incelediğimizde hayatları siyasi gelişmelere göre şekillenmiştir. Bu değişiklikler Türk dilinin telaffuzunun da değişmesine neden oldu. Örnek: Cumhuriyetin ilanıyla birlikte Osmanlı Devleti tarih sahnesinden silindi ve hükümet değişti. Bu gelişmeyle birlikte Türkiye'de Türk dili değişti ve edebiyat zarar gördü. Ancak Dari'de bu gerçekleşmedi zira Dari dili Farsça dilbilgisine sahipti ve Persler siyasi iktidarda değildi. Horasan ve İran'daki her siyasi gelişme Türk dilinin değişmesinde büyük rol oynamıştır. Kuşkusuz Türkler iktidardaydı. Bu gelişmeler Türk ailelerin yerinden edilmesi nedeniyle Türkçeyi de etkilemiştir. Bu olay Perslerin hayatında meydana gelmedi. Malum Persler Horasan'da ve İran'da siyasi iktidarda değillerdi. İktidara gelen her Türk ailesi, iktidarlarını sürdürmek için Dari dilini kullandı. Dari dili Türklerin edebi dili olduğundan Türk siyasetçilerinden büyük hizmet aldığına şüphe yoktur. Güçlü bir edebiyat olmadan siyasi otoritenin ayakta kalamayacağına şüphe yoktur. Türkler bu dile Farslardan daha iyi hizmet etmişlerdir. Örnek: Bu dildeki en ünlü şairlerin çoğu Türk'tür. Çünkü Divan edebiyatı Türk yaşam kültürünün bir parçasıydı, öyledir ve öyle olmaya da devam ediyor. Ne yazık ki Türk dizilerindeki biz Türklerin tarihi Ortadoğu'daki aşırı grupların kültürünü temsil ediyor. Dizilerde her Türk'ün elinde Allah Ekber sloganlı bir kılıç var ve kafa kesme işlemi devam etmektedir. Oysa Türklerimizin tarihi bir medeniyetler hikâyesidir. Soru şu ki, Türklerimizin tarihinde onlarca, hatta yüzlerce şair vardır ve her divan, herhangi bir batılı yazarın eserinden daha zengindir. Batı edebiyatı ve dilleri, Dari dili ve Horasan edebiyatıyla kıyaslanabilir mi? Emir Ali Şir nevainin Türkçesi, dört asır dünya Türk edebiyatının dili olmuştur. Batı tarihinde dört asır edebiyatın dili olan bir dil var mıdır?
Son 200 yılda Afganistan'da Türklerin yerine Peştunlar liderliği ele geçirmiş ve onlar da Türklerin yolunu devam ettirmişlerdir. Yani Afganistan halkını birleştirmek için Dari dilini kullandılar. Afganistan saray edebiyatındaki rolünü sürdürdü ve İran edebiyatta Dari dilini kaybetmedi. Şu anda Afgan kadın şairlerimiz bile var, onların şiirlerinin anlamı taşı dans ettiriyor. Çünkü Horasan'da ve İran'da Edebiyat Divanı kültürü devam etmektedir. Bu şairler her ırktandır ama Dari edebiyatında da hizmet ederler. Tarihin bu gerçeği, Dari dilinin korunmasına ve Dari edebiyatının her geçen yıl daha da güçlenmesine neden oldu. Ancak Türkiye'de Türkçe edebiyat zayıflamıştır. Bunun nedeni edebiyatın siyasallaşmasıdır.
Not: Dari dili İran'ın ulusal dili değildir, sadece edebiyat dilidir. Çünkü İran Farsçası bu dilin bir diğer koludur. Her ülkede müziğin dili halkın dilidir, bu nedenle Afgan müziğinin büyük bir kısmı Divan edebiyatı şiirleriyle icra edilir ancak İran'da bu mümkün değildir.
Eğer Türkiye'de millî edebiyat olmazsa ve bu yoksullukla birlikte durum devam ederse, halk arasındaki Türk dili yabancı dillerin saldırılarından etkilenecek, alfabe ile dil arasında uçurum oluşacaktır.
Türk dilini yazmak için iki yeni harf ekledik, bunlar yumuşak "vav" ve yumuşak "ya" harfidir. Bu iki sesli harf eski Osmanlı dilinde yoktu. Özbeklerin Orta Asya'ya girmesiyle Türk dilleri yeni telaffuzlarla yeni Türk dilleri oluşturmuş ve Türkiye'de alfabenin değişmesiyle yeni bir telaffuz şekli ortaya çıkmıştır. Yeni koşullarla birlikte bu iki harf eklendi. Şimdi alfabenin 35 harfinin resmini sunuyorum. Bu alfabe sağdan sola yazılır ve o bunlar: ــ
ــ ا ــ ب ــ پ ــ ت ــ ث ــ ج ــ چ ــ ح ــ خ ــ د ــ ذ ــ رــ زــ ژــ س ــ ش ــ ص ــ ض ــ ط ــ ظ ــ ع ــ غ ــ ف ــ ق ــ ک ــ گ ــ ل ــ م ــ ن ــ و ــ ه ــ ی ــ ء ــ ۉ ــ ې.
Her harfi bir nesnenin resmi olarak düşünün çünkü her harf bir resimle başlamıştır. Dolayısıyla her harfin bir ismi, her ismin bir mantığı vardır. Her ismin mantığını bilirsek o mantık bu alfabeyle yazmayı kolaylaştırır. Şöyle ilerlemeliyiz: Dilin ortaya çıkış mantığını ve her telaffuzdaki iki sesin mantığını anladıktan sonra, bu iki sesin örüntüsünü harflerle temsil ederiz. Dolayısıyla, her harfin örüntüsünü hafızamızda tam olarak kavramalı ve ardından her harfin hareket mantığını anlamalıyız. Bu zor değil. Hafızamızdaki örüntüyü ve her harf örüntüsünün hareket mantığını bilirsek, en basit haliyle Osmanlı alfabesiyle okumayı ve yazmayı öğrenebiliriz. Temelde, bu dilin gramerini modern Türkçeden ödünç alıyoruz. Harflerin birbirleriyle etkileşip hareket ettiği, Osmanlı alfabesini yazmak ve anlamak çok kolaydır. Örneğin: Size verdiğim yazı örneklerini birkaç kez pratik yaparak alışacaksınız. Temel olarak, birkaç alıştırmayla harflerin hareket mantığını öğreneceksiniz. Sadece pratik yapın! Bu harflerin Osmanlıcadaki ve Türk dilindeki isimleri: ــ
Elif / be / pe / te / se / cim / çi / ha / hı / dal / zal / re / ze / je / sin / şin / svad / zvad / tıa / zıa / ayın / gayın / fe / kaf/ kef/ gaf / lam / mim / nun / vav / he / ya / hemze / vav Yumuşak / ya Yumuşak.
ا / الف ، ب / بی ، ت / تی ، ث / ثی، ج / جیم ، چ / چی ، ح / حی ، خ / خی، د / دال، ذ / ذال، ر/ ری، ز/ زی، ژ/ ژی، س / سین، ش / شین، ص/ صواد، ض/ ضواد، ط / طوی، ظ / ظوی، ع / عین، غ / غین، ف / فی، ق / قاف، ک / کاف، گ / گاف، ل / لام، م / میم، ن / نون، و / واو، ه / ها، ی / یا، همزه، ۉ/ واو نرم و ې/ یا نرم.
ا (الف) / (elif) ب (بی) / ( be) پ (پی) / ( pe) ت (تی) / ( te) ث (ثی) / ( se) ج (جیم) / ( cim) چ (چی) / ( çi) ح (حی) / ( ha) خ (خی) / ( hı) د (دال) / ( dal) ذ (ذال) / ( zal) ر (ری) / ( re) ز (زی) / ( ze) ژ(ژی) / ( je) س (سین) / ( sin) ش (شین) / ( şın) ص (صـُاد/ صواد) / ( svad) ض (ضـُاد/ ضواد) / ( zvad) ط (طـُا/ طوی) / ( tıa) ظ (ظـُا/ ظوی) / ( zıa) ع (عین) / ( ayın) غ (غین) / ( gayın /(ف (فی) / ( fe) ق (kaf) ک (کاف) / ( kef) گ (گاف)( (gef /(ل (لام) / ( lam) م (میم) / ( mim) ن (نون) / ( nun) و (واو)( vav) ، ه (ها)( he) ، ی (یا)( ya) ، همزه (ء) (hemze) ve ۉ ) / (vav Yumuşak) ې (ya Yumuşak)
Osmanlı alfabesindeki "ق" ve "خ" harflerinin sesleri Latin alfabesinde bulunmadığından, bu iki sesi "kaf" ve "hı" şeklinde hafif bir değişiklikle telaffuz ediyoruz.
Şimdi isimlere bir kere dikkatli bakarsanız her ismin içinde bir sesli harf olduğunu göreceksiniz. Örnek: "ش" harfi. Bu harf "/شینşin" okunurken telaffuz edilir. "ش" harfini telaffuz ederken "ی/ ya" sesini duyarsınız. "Ya" sesi bir sesli harftir.
Sesli harflerin sırrını biliyorsanız %50 ihtimalle Osmanlı alfabesiyle okuma-yazmayı öğreneceksiniz.
Bir gerçeği belirtmeliyim: Modern Türkçede, bir kelimenin sonundaki "k" sesi cümle kuruluşunda değişir. Bu kural Osmanlı alfabesinde de mevcuttur. Yani, modern Türkçede var olan her kural tüm Türk dillerinde aynıdır. Dolayısıyla, modern Türkçeyi Latin alfabesiyle öğrenmenin mantığı ilk koşuldur.
Sesli harflerin sırrını ve mantığını anlamayanlar için, öğrenme stili "ezber benzeri bir stil" haline gelir. Bu şekilde öğrenme zorlaşır. Sesli harflerin sırrını ve mantığını öğretmek için Türkçeden örnekler verip Osmanlı alfabesini öğreteceğim. Ana diliniz Türkçe olduğu için bu sırrı kolaylıkla anlayacaksınız. Ama başlangıçta şu soruyu cevaplamamız gerekiyor: Neden harfleri sesli grup ve sessiz grup olmak üzere iki gruba ayırmışlar? Cevap: Bir bina düşünün, binayı inşa etmek için gerekli tüm malzemeler mevcuttur. O binanın malzemeleri o binayı yapabilir mi? HAYIR! Bir binanın inşa edilebilmesi için mühendise, ustaya, işçilere ve bir plana ihtiyaç vardır. Dilde sessiz harfler "yapı malzemesidir". Mühendis, usta, işçiler ve program sesli harflerdir. Ağızdan çıkan ünsüz harflerden ünlü harf o ünsüz harflere bir anlam verir. Sesli harfler mühendis, usta, işçi ve program makarası rolünü oynar.
Ciğerlerine hava alıp tekrar nefes veren her canlı bir ses çıkarır, bu ses "dildir". Bu olay, canlı olmanın kanunlarından biri olduğu için her canlı tarafından yapılır. Bu nedenle her canlının kendine ait bir dili vardır. Hava her solunduğunda ve verildiğinde sesli ve sessiz ses oluşur. Bu olay doğal bir süreçtir. Dil bilimciler bedenin bu işlevini inceleyerek o sesin yazılışını harflerle yazıp topluma yaymaktadırlar. Hiç kimse biçimini değiştiremez, çünkü her ses milyonlarca tekrardan sonra şeklini alır, bu yüzden dile, ana dil ve milli dil diyoruz. Zekâ, dilin gücünü ve zayıflığını belirler. İnsan en akıllı yaratıktır. İnsan zihni her sese anlam ve şekil vermiştir. Her milleti temsil eden her dil, her sesin şekli o milletin milyonlarca kez tekrarlanmasıyla oluşmuştur. O millette edebiyat dili güçlü olmazsa o milletin emekleri boşa gider, yabancı dillerin saldırısına uğrar, zayıflar, fakirleşir.
Türkçede, a, e, ı, i, o, ö, u ve ü harfleri ünlü harfler. Şimdi soru şu: Türkçe sesli harflerin hareketinin mantığı nedir? Cevap: Her kelimede ilk sesli harfin ağırlığı ile sessiz harfin ağırlığı ikinci sesli harfin sesini belirler. İkinci sesli harfin ağırlığı ile ikinci sessiz harfin ağırlığı üçüncü sesli harfin sesini belirler ve…
Yani harflerin ağırlığı, harflerin müziğini oluşturur. Her kelimede, kelimenin ilk bölümünün müziği, kelimenin diğer kısımlarına rehberlik eder. Hava insan ciğerinden çıkar ve hoş bir müzikal ses yaratır. Çünkü her kelimenin insanlar arasında milyonlarca kez uygulanmasıyla o kelimenin müziği yaratılmıştır. İki heceli veya üç heceli… Kelimeler ise İyi bir müzik oluşturabilmek için ilk hecenin müziğinin diğer hecelerin müziğiyle uyum içinde olması gerekir. Bu ses ilk ünlünün ağırlığının ikinci ünlü ile uyumlu olması ve ikinci ünlünün üçüncü ünlü ile uyumlu olması gerektiğinde mümkün olur. Sağlıklı bir yazım ve sağlıklı bir telaffuz için her kelimenin ilk hecesinin sesinin bilinmesi şarttır. İlk hecede ilk sessiz harfin sesi ve onun sesli harfinin sesi anlaşılmalıdır. Bu yönteme uyulursa ve heceler arasında müziğin ağırlığı dikkate alınırsa %50 başarı elde edilecektir. Bu yöntem tüm alfabelerde aynıdır. Örnek: yazmak. Yaz ve mak. Kelimenin ilk hecesinde sesli "a" harf var. Bu sesli harf, iki sessiz harfle bir ağırlık ve müzik oluşturmuştur. İkinci hecede ağırlık buna göre olmalıdır. Bu iki ağırlık birbirine karşı ise yazım yanlış olacaktır. Örnek: İkinci hecede "a" harf yerine "e" kullanılırsa ağırlık birinci hecenin tersi olur.
Örnek: sessiz. Ses ve siz! Kelimenin ilk hecesinde "e" sesli harfi var. İkinci hecede hangi harf olmalı? "ı" mi yoksa "i" mi? Bunda "i" sesli harfi "e" sesli harfine eşdeğerdir.
Örnek: olmuştur. Ol ve muş ve tur. Bu kelimede üç hece var. İlk hecede iki harf var. İlk harf sesli harftir. "O" harfinin ağırlığı ile "L" harfinin ağırlığı "u"nun ağırlığını gerektirir. "O" harfinin yerinde "Ö" harfi olsaydı, hafiflik "ü" harfini gerektirecek ve kelimenin yazılışı değişecekti.
İki ünsüz yerine tek ünlülü bir kelimenin oluşumunda üç ünsüz varsa, ağırlık değişebilir, ünlü ağırlığına göre belirlenir. Veya Türkçe dışından gelen bir kelime ise, telaffuzuna ve dışsal bir anlama sahip olmasına göre yazımını düzeltmemiz gerekir.
Bir başka çok önemli nokta: Bir kelimenin ilk harfi bir sesli harfle başlıyorsa, telaffuzda bir ünsüz ile başlar. O çok hassas ve ince bir ünsüzdür ve yazılı olarak yazılmamıştır. Bu mantıkla bu kelimenin ilk hecesi iki harfle yazılır ancak aynı zamanda üç harfle de telaffuz edilir.
Neden dengeliler? Bu yasayı kim belirledi? Cevap: Dil bağımsız hareket eder ve kimsenin esiri değildir. Çünkü dil bir millete aittir. Her söz o millet tarafından milyonlarca kez tekrarlanarak cilalanır ve cilalarla en tatlı sesini bulur. Tatlılaşan her sözde, sözlerin sesi birbirine dost olmalıdır. Bu dengeli bir dostluk yaratır. Dilbilimciler bu sırrı anlarlar ve alfabeyi buna göre yaparlar.
Şimdi soru şu: Gerçek hecenin sesi üniversitelerde ve toplumun eğitimli kesimlerinde mi yoksa sıradan insanların dilinde mi bulunur? Cevap: Neden anadil deniyor? Üniversitelerde ve toplumun eğitimli kesimlerinde bulunsaydı, anadil yerine üniversitelerin adının verilmesi gerekirdi. Her hecenin gerçek sesi sıradan insanların dilinde bulunabilir belli Kİ her ses doğal seyrini takip etmelidir. Bu gerçek, dilbilimcilerin sıradan insanlar arasında her hecenin sesini bulup yazısını yaratmasına ve onunla edebiyat yazmasına neden olur. Bu mantık olmadan üniversiteler ve aydınlar milli dili yok ederler. Şüphesiz "bir dil, eğitimli cahillerin elinde yok olup gider".
Heceler arasındaki denge ünlü harflerle belirlenir. Bu kanunun mantığının sırrı bilinirse, biraz pratikle yazma ve okuma öğrenilebilir. Şimdi soru şu: Türk Latin alfabesinde sesli harfler neden açık iken Osmanlı alfabesinde sesli harfler neden net değil ve bu iki alfabeden hangisi daha tamamlayıcıdır? Cevap: Suyu düşünün, herhangi bir kaba su koyun, aynı kabın şeklini alır. Su yerine kalın bir madde ise şeklinin görünmesi gerekir. Latin alfabesinde sesli harflerin şekli bellidir ancak Osmanlı alfabesinde sesli harfler su gibidir ve her sessiz harfin kendine ait sesli sesi olduğundan her kabın şeklini temsil edebilir. Bu sır anlaşıldığı takdirde bu alfabe Latin alfabesine göre daha tamamlayıcıdır çünkü bu alfabede her kelime rahatlıkla yazılabilir ancak Latin alfabesinde insanların dilindeki ufak bir değişiklik yeni sorunlar yaratır. Örnek: şarap. Bu isim Osmanlı alfabesinde dört harfle yazılır (شراب) ancak altı harfle telaffuz edilir. "شر" ve "اب". Aynı zamanda sesli harflerin telaffuzu, sessiz harflerin iradesiyle dans eder. Besbelli ünlüler ünsüzlerin içindedir ve belirli bir yazılış şekilleri yoktur. Suyun özelliğine sahip olduğundan yazıdaki telaffuz, insanlar arasında var olan telaffuza benzer. Latin alfabesinde bu isim beş harfle yazılır ve altı harfle telaffuz edilir. Latin alfabesinde sesli harflerin şekli bellidir. Osmanlıca'da "شر" ve "اب". İlk hecede "شر" Yazılıdır. Bu yazı ünlü sesini "شین" (şın) harfinden almaktadır. "شین" harfinde "ya" sesi vardır. "ش" harfinin ve "ر" harfinin ortasına yerleştirilen "Ya" sesi, dilin emriyle dans ederek doğru telaffuzu oluşturur. "Ya" sesli harfi biraz daha ince "a" sesi çıkarır. Çünkü yazıda belirli bir şekli olmadığı için dil ile biçimlendirmek mümkündür. Ancak Latin alfabesinde "Şar" yazılır ve "a" sesi sabit kalır zira görünür bir formdadır. İnsanlar "a" harfini daha ince telaffuz ederse yazmak zor olacaktır. "اب" ve "ap" her iki alfabede de iki harfle yazılır ancak konuşulduğunda üç harfle okunur. Bu nedenle ki "الف" sesli harfi ile "a" sesli harfi aynı sessiz "Hemze" harfle telaffuz edilir. Yani Osmanlı alfabesinde sessiz harflerin içinde sesli harfler bulunmaktadır, bunların belirli bir şekli olmadığı için dilin dilediği şekilde her şekli alabilmektedir. Ama Latincede bu imkânsızdır. Örnek: Şarap kelimesinde iki "a" vardır. Latin alfabesi kurallarına göre her iki "a"nın da şekli görülebildiğinden aynı telaffuza sahip olması gerekir. Şimdi soru şu: Türk halkının dilinde, şarabın telaffuzunda iki "a" sesi aynı olabilir mi? Bu imkânsızdır çünkü ilk "a" ince ve narin, ikinci "a" ise gerçek sesiyle telaffuz edilir. İnanmıyorsanız deneyin.
"Elif", "vav" ve "ya" harflerine neden sesli harf denir? Arap, Fars ve Osmanlı Türkçesi alfabelerinde sesli harfler var mıdır?
Alfabeye bakarsanız bu üç harfin sessiz harflerin ortasındaki seslerle başladığını göreceksiniz. Bu üç harfe ünlü denmesinin nedeni de bu mantıktır ama gerçek başkadır. Yani, ağız her açılıp kapandığında, insan ağzının her hareketinde bir ses çıkar. Bu sesin ortasında ona mantık sesi veren özel bir ses vardır. Örnek: "Ben". "Ben" sesinde sesin başı ve sonu özel bir ses ile birbirine bağlanır ve bu sese bir mantık verir. Türk Latin alfabesinde isimlendirme için bu özel seslere 8 resmi harf seçilmiştir. Bu 8 harfe ek olarak bazen semboller de kullanılır. Osmanlı alfabesinde sessiz harflerin ortasında bu sesler su gibi her şekli gösterebildiği için isimlendirmeyi belirlememişlerdir. Yani aslında bunlar harf değil, "özel sesler" ama yazım yapılsın diye yazılması için isimler verilmiş.
Afgan Türk alfabesine neden "yumuşak vav ve yumuşak ya" ekledik? Örnek: "öz" (اۉز) kelimesini vav ile yazarsak, o yazı Dari telaffuz edilir. "öz" "oz" telaffuz edilir (اوز).
Bu sorunu çözmek için yumuşak vav kullanıyoruz telaffuz "öz" olur (اۉز).
Örnek: "sevgi" (سېوگی) kelimesi "ya" harfiyle yazılıyorsa Dari telaffuz edilir (سیوگی), "sivgi" olur. Bu kelimeyi Türkçeleştirmek için yumuşak ya "ې" harfini kullanırız.
Dikkat edersek "öz" kelimesi Latin alfabesinde iki harfle yazılırken Afgan ve Osmanlıca alfabesinde üç harfle yazılıyor (اۉز). Şimdi soru şu: "Afgan ve Osmanlıca alfabesinde neden iki sesli harf yan yana?"
Latin alfabesinde neden iki harfle yazılıyor? Bu ses tek heceli ve aynı telaffuza sahip ama yazılı olarak neden farklı?
Cevap: Alfabede çok önemli bir nokta var. Her hecenin telaffuzu bir ünsüz harfle başlar. Örnek: Modern Türkçe "Ey" kelimesi (bir heceli) ve modern Osmanlıca " اې" kelimesi, her iki alfabede de kelimenin yazımı sesli harfle, telaffuzu ise ünsüz harfle başlar. Bu ses çok ince ve narin olduğu için onu anlatacak bir harf yoktur. Osmanlı alfabesinde bu hassas sesi tanıtmak için "الف" sesli harfini kullanmışlardır. "الف" harfi hecenin başında geldiğinden ve hecenin ikinci harfi sesli harf olduğundan "الف" sesi kaybolur ve "الف" sesinin yerine yumuşak bir ses çekilir. Bu mantıkla Osmanlı alfabesinde "öz" kelimesi üç harfle yazılır. Fakat Latin alfabesinde o sesi yansıtan bir harf yoktur ve ikinci harf sessizdir. Dolayısıyla telaffuz sırasında o ses dilde belirir ve bu mantıkla iki harfle yazılır ve üç harfle telaffuz edilir.
Alfabe harflerinin bu sırrını insan telaffuzundan biliyoruz çünkü edebiyatta doğal telaffuz önemlidir. Afgan ve Osmanlıca alfabesinde iki sesli harf yan yana gelirse ilk harfin sesi kesilir ve ince sessiz harfe dönüşür. Hüveyda ki her hecenin bir sesli harfi vardır. Bir hece bir sesli harfle başlıyorsa, o hecenin telaffuzu ince sessiz harfle başlar. Ama yazısında ona harf yoktur. Veya hecenin başındaki sesli harf, ünsüz harfin sesine dönüştürülür, örneğin: "یاد" kelimesi, bu kelimede yan yana iki sesli harf bulunmaktadır. Bunlar "ی" ve "الف" harfleridir. Her iki harf de sesli harftir. Dilin mantığına göre bir hece sesinde iki sesli harf asla yan yana gelemez, çünkü bir sesli harfin olması gerekir. Peki, yazıda neden iki sesli harf yan yana? Cevap: Osmanlı alfabesinde iki sesli harf yan yana gelirse ilk sesli harfin sesi sessiz harfe dönüşür. Bu sırrı bilmek için "یاد" kelimesini Latin alfabesiyle yazıyoruz. Latin alfabesinde “ی” harf yerine sessiz “y” harfi görüyoruz. Osmanlı alfabesinin telaffuzunda bu kelimenin telaffuzunu Latin alfabesinin telaffuzu gibi yapıyoruz. Yani, "Yâd" olarak telaffuz ediyoruz.
Dari dili altı ünlülerle yazılır ancak üç sesli harfe sahiptir. Ama Türkçede bu altı yeterli değildir, en az sekiz olması gerekir. Osmanlı alfabesi su özelliğine sahiptir, bu nedenle alfabenin yazımında sorun yaratmaz. Türk dilinin daha fazla sesli harfe ihtiyacı varsa, tecrübe kullanılarak sorun çözülebilir. Fakat Latincede toplumdaki insanların dili alfabeden uzak olmamalıdır.
Osmanlı alfabesini öğrenmek için "Türk Alfabesi Mantığı" şarttır, açıkça Türk dilleri birbirini deneyimleyerek öğrenmeyi kolaylaştırır. Artık Osmanlı alfabesini öğrenmenin mantığını bildiğimize göre şiirlerimle öğrenme egzersizine başlıyoruz. Öncelikle her gazeli Türk-Latin alfabesiyle okuyoruz, ardından aynı gazeli Osmanlı alfabesiyle inceliyoruz. Bazı kelimelerde gizli bir sır varsa onları analiz edip açıklarım. Bu yöntemde sorumluluğun %50'si bana aittir ancak %50'sini siz kabul edersiniz. Mantıksal yol budur.
1
Osmanlıca
عثمانلۉجا
Ey sarban yavaşça yürü canımdan can gidiyor
اې ـ ساربان ـ یاواشچه ـ یۉرۉ ـ جانۉمدان ـ جان ـ گیدیېور
Kalbimin damarlarından kırmızı kan gidiyor
کالبیمین ـ دامارلارۉندان ـ کۉرمۉزۉ ـ کان ـ گیدیېور
Terk edildim güzel gülden çekiyorum acıyı
ترک ـ اېدیلدیم ـ گۉزه ل ـ گـُلدن ـ چېکیېاروم ـ اجۉیۉ
Kervanda o gül vardır senle sultan gidiyor
کېرواندا ـ او ـ گـُـل ـ ۉاردۉرـ سېنله ـ سـُلطان ـ گیدیېور
Sedirin aşkı yüzünden deliriyor us aklım
سېدیرین ـ اَشکۉ ـ یۉزۉندېن ـ دېلیریېور ـ اۉس ـ عقلۉم
Yalnızlığın zehrinden şöhretten şan gidiyor
یالنۉزلۉئین ـ زهریندېن ـ شهرتتن ـ شان ـ گیدیېور
Mutsuzum gedme lafı diyemedim o güle
مۉتسۉزۉم ـ گېدمه ـ لافۉ ـ دیېامدیم ـ او ـ گــُله
Yavaş yürü ey sarban kalbimden kan gidiyor
یاواش ـ یۉرۉ ـ اِې ـ ساربان ـ کالبیمدېن ـ کان ـ گیدیېور
Kafamda bir yangın oldu aşk ateşten bu yangın
کافامدا ـ بیر ـ یانگۉن ـ اۉلدو ـ اَشک ـ اتېشتېن ـ بو ـ یانگۉن
Bütün öfkesiyle kaldım aşktan Kağan gidiyor
بۉتۉن ـ اۉپکه سیله ـ کالدۉم ـ اَشکتان ـ کاهان ـ گیدیېور
Göğsümde o dilimde düşünsem ‘de ne çare?
گۉهسۉمده ـ او ـ دیلیمده ـ دۉشۉنسمده ـ نې ـ چاره؟
Geri dönmez gözlerimin üstüne o, senle o can gidiyor
گېری ـ دۉنمېزـ گۉزلېریمین ـ اۉستونه ـ او ـ سېنله ـ او ـ جان ـ گیدیېور
Kaos ve çığlıklarım gökyüzünden iniyor
کاوس ـ و ـ چۉهلۉکلارۉم ـ گۉکیۉزوندېن ـ اینیېور
Geceler sabaha kadar gözden akan gidiyor
گېجه لرـ ساباها ـ کادر ـ گۉزدېن ـ اَکان ـ گیدیېور
Ruh bedenden ayrıldığında kalamaz huzur bedende
روح ـ بدندن ـ ایرۉلدۉهنده ـ کالامازـ حضور ـ بدنده
Ne yapayım ey Allah'ım candan canan gidiyor
نې ـ یاپایۉم ـ اې ـ الله هۉم ـ جاندان ـ جانان ـ گیدیېور
Bilgi: Bu sonenin başında "اې" kelimesi bulunmaktadır. Türkçe sesi için "yumuşak ya" harfini kullandım. "Yumuşak ya" ile bu kelimenin okunuşu modern Türkçe okunuşuyla bir bütün haline geldi. Eski Osmanlı alfabesinde "yumuşaklar" yoktu, dolayısıyla bir sorun vardı.
Fars alfabesinde alfabenin her harfi "altı farklı ses" ile telaffuz edilirken, Arap alfabesinde altıdan az ses bulunurken, yeni Osmanlı alfabesinde sekiz ses bulunmaktadır. Çünkü Afganistan'da popüler olan yeni Osmanlı alfabesine iki yeni harf (ې ve ۉ) eklendi. الف harfi bu harflerden herhangi biriyle birlikte kullanıldığında yeni bir ses alır. Unutmayalım ki her sesli harfin, her sessiz harfle birlikte özel bir ağırlığı ve sesi olur. Yeni Osmanlı alfabesindeki "الف" harfi sekiz ses çıkarmaktadır. Bu şiirde "الف" sesinin çoğunu görebilirsiniz. Şiirin aynı mısrasında "یۉرۉ" kelimesi geçmektedir. Bu kelimede "yumuşak vav" (ۉ) harfi kullandım. "yumuşak vav" harfi le Türkçe olarak telaffuz edilir. Bu telaffuzlar Dari ve Arap dillerinde mevcut değildir. Yani Türkçenin telaffuzunu okurken Latin alfabesini kullanın ve yeni Osmanlı harflerini tanıyın. Modern Osmanlıca telaffuzları, modern Türkçe telaffuzlara sahiptir veya çok yakındır. Her iki Türkçenin telaffuzunu aynı anda kontrol edip pratik yaparsanız bu kitabın sonunda Osmanlı alfabesiyle okumanın mantığını öğreneceğinize eminim. Unutmayın ki %50 ben sorumluyum, %50 kendinizi kabul etmelisiniz. Bilmeliyiz ki alfabeyi öğrenirken her harfin her hareketinin mantığını öğrenin, asla "ezberleyerek" öğrenmeyin.
Kelimenin sonunda “e” harfinin telaffuzu gelirse "Yumuşak ya" yerine “ها/ه” sesini verir. Örnek: " اۉپکه سیله" veya "گـُله". Sesi nasıl değiştireceğinizi bilmek zor değildir. Kelimelerin hareketinin mantığını öğrendikten sonra sorun otomatik olarak çözülecektir.
Örnek: " Bahçeye ", " باعچه یه", bu kelimeye dikkat edelim, neden "e" harfi "ه ها" harfine dönüştü? Cevap: Kelimenin sonuna "e" harfi gelirse "ه ها" veya "ه ها" harfi "e" dönüşür. Yani yazımı farklıdır ancak orijinal sesle aynı şekilde telaffuz edilir. Bu özellik Osmanlı alfabesiyle ilgilidir. Metnin formatı konusunda kafanız karışmasın, Osmanlı alfabesinin mantığı anlaşılırsa alfabenin mantığı her soruya cevap verecektir.
2
Osmanlıca
عثمانلۉجا
Evlerinin ışıkları yanıyor
اِېولېرینین ــ اِشۉکلارۉ ــ یانۉېیور
Hasretinden ciğerlerim kanıyor
حاسرېتیندېن ــ جگرلریم ــ کانۉیور
Bu konumda nasıl dirensin Yürek?
بو کونومدا ــ ناسۉل ــ دیرېنسین ــ یۉره ک
Bana karşı hasımı yar sanıyor
بانا ــ کارشۉ ــ خاسۉمۉ ــ یار ــ سانۉیور
Bana bakan deli deyip bakarken
بانا ــ باکان ــ دېلی ــ دېیف ــ باکارکېن
O zalimden sonbahar boyanıyor
اۉ ــ ظالیمدېن ــ سون بهار ــ بویانۉیور
Dinle beni ey felek dertlerimden
دینله ــ بېنی ــ اې ــ فلک ــ درتلرېمدېن
Bana zalim düşmanı savunuyor
بانا ــ ظالیم ــ دشمانۉ ــ ساونویور
Direk yürek evlerinin önünde
دیرېک ــ یۉره ک ــ اِېولېرینین ــ اۉنۉنده
Titreyen o çünkü ona yanıyor
تیتره یېن ــ اۉ ــ چۉنکو ــ اۉنا ــ یانۉیور
Bu durumda ne yapmalım ey felek?
بو ــ دورومدا ــ نه ــ یاپمالۉم ــ اې ــ فلک
Bana zıt o hasımı beğeniyor
بانا ــ ضُد ــ اۉ ــ خاسۉمۉ ــ بېعنی یور
Bilgi: "Yumuşak vav " ve "Yumuşak ya" sesli harfleri kelimelerin Türkçe telaffuzunu sağlar. Bu iki harf "e /ö/ ü/ı" harflerinin sesini, bazen de "yumuşak ya" "y" sesini verir. Örneği "Ey" "اې".
Her sesli harfin sesi sessiz harflerle birleştirildiği için sese ayrı bir ağırlık kazandırır. Bazen bu iki ses (ې ۉ) ünsüzlerin seslerinden gelir ve yazılmaz, örneğin: "maharet", " مهارت". "ret" "رت" Bu yazımda "e" harfinin karşılığı yazılmaz çünkü yumuşak "ې" sesi "ر" harfinden gelir. Bu etkileşim konuşmada zorlu bir çalışma olarak görülse de pratikte çok basit bir işlevdir.
3
Osmanlıca
عثمانلۉجا
Sen ki benim ruhumsun sevdim seni bir tane
سېن ــ کی ــ بېنیم ــ روحومسون ــ سېودیم ــ سېنی ــ بیر ــ تانه
Aşk akıntı kalptandır misk amber meyhane
اشک ــ آکۉنتۉ ــ کالفتاندۉر ــ میسک ــ امبر ــ میخانه
Bu aşkın tohumu yürekten sevgi saçar
بو ــ اشکۉن ــ تۉحومو ــ یۉره کتېن ــ سېوگی ــ ساچار
Bu kalpten yansıma sen Yıldız Ayım efsane
بو ــ کالفتن ــ یانسۉما ــ سېن ــ یۉلدۉز ــ آی یۉم ــ اِېفسانه
Azgın tutmak maharet aşk dolu azgın kalpte
آزگۉن ــ توتماک ــ مهارت ــ اشک ــ دولو ــ آزگۉن ــ کالفته
Aşktan cümle kurarsam o sevmektir Dürdane
اشکتان ــ جمله ــ کورارسام ــ اۉ ــ سېومېک تیر ــ دۉردانه
Rana’nın zirvesinden aşk gülü bana gelsin
رانانین ــ زیروه سیندن ــ اشک ــ گـُلۉ ــ بانا ــ گېلسین
Rüyasından hastalanan bu yürektir mestane
رویاسۉندان ــ هاستالانان ــ بو ــ یۉره ک تیر ــ مېستانه
Ela renkli gözlerin Allah’tan bir lütuftur
اِېلا ــ رېنکلی ــ گۉزلېرین ــ الله تان ــ بیر ــ لۉتوفتور
Sarhoşum Âşık sana sen güzelsin bir tane
سارهوشوم ــ آشۉک ــ سانا ــ سېن ــ گۉزه ل سېن ــ بیر تانه
Bilgi: Bazı kelimelerde semboller kullandım. Örnek: "Ela" " اِېلا " bu kelimenin "الف" harfinin altına "اِ ِ" işaretini kullandım. Bu sembol "A" sesini yukarıdan aşağıya doğru getirir. Osmanlı alfabesindeki her harfin sekiz sesle telaffuz edildiğini unutmayalım. Örnek: "الف" harfinin sekiz tür sesi vardır. Bu sesler "الف" harfinin yanındaki ünsüzlerin birleşmesiyle oluşur. Öğretimi kolaylaştırmak için bu sembolleri yazdım. Örnek: "Gülü", " گـُلۉ" Bu kelimede "گ" harfi ile "ل" harfi arasına "ُُُ" işaretini koydum. Bu işaret "ü" harfinin sesini verir. Şimdi soru şu: Bu işaretler her metne yerleştirilecek mi? Cevap: Hayır! Alfabenin mantığı ve sırrı anlaşılırsa sembollere gerek kalmayacaktır.
4
Osmanlıca
عثمانلۉجا
Günah zincirinden çıkar çünkü aşk mey saçıyor
گنُاه ــ زینجیریندن ــ چۉکار ــ چۉنکۉ ــ اشک ــ می ــ ساچۉیور
Çizgiler karışıktır aşk güzeli seçiyor
چیزگیلېر ــ کارۉشوکتۉر ــ اشک ــ گۉزه لی ــ سېچییور
Bir iki kadeh kaldır mutluluk bize gelsin
بیر ــ اېکی ــ کادح ــ کالدۉر ــ موطلولوک ــ بیزه ــ گېلسین
Aşktan Enstrüman çal ruh hep plan biçiyor
اشکتان ــ اېنسترۉمان ــ چال ــ روح ــ اېپ ــ فلان ــ بیچییور
Seni sabaha kadar hep şansımdan aradım
سېنی ــ صاباها ــ کادار ــ اېپ ــ شانسۉمدان ــ ارادۉم
Gel sen vefa yuvama gecem ümit saçıyor
گېل ــ سېن ــ وېفا ــ ېیواما ــ گېجهم ــ اُمیت ــ ساچۉیور
Aşk yolunda yakınlık kutsal tanrı fermanı
اشک ــ یۉلوندا ــ یاکۉنلۉک ــ کوتسال ــ تانرۉ ــ فرمانۉ
Seni ruhumdan gördüm sensiz ömür geçiyor
سېنی ــ روحومدان ــ گۉردۉم ــ سېنسیز ــ عمر ــ گېچییور
Gözyaşıma bakarsan kırık bir kalbin malı
گۉزیاشۉما ــ باکارسان ــ کۉرۉک ــ بیر ــ کالبین ــ مالۉ
Gönül yoldaşı aşktır aşk hep çiçek açıyor
گۉنۉل ــ یۉلداشۉ ــ اشک تۉر ــ اشک ــ اېپ ــ چیچېک ــ آچۉیور
5
Osmanlıca
عثمانلۉجا
Bahar geçiyor gülüm gel sen aşkı seçalım
بهار ــ گېچییور ــ گـُلۉم ــ گېل ــ سېن ــ اشکۉ ــ سېچالۉم
Aşk şerefle birlikte cennete biz uçalım
اشک ــ شرف له ــ بیرلیکته ــ جنته ــ بیز ــ اۉچالۉم
Bilinçliden dolayı yürek seni istiyor
بیلینچلیدېن ــ دۉلاییۉ ــ یۉره ک ــ سېنی ــ ایستییور
Aşka tapmış bu sarhoş aşkla bahtı açalım
اشکه ــ تاپمۉش ــ بو ــ سارهوش ــ اشک له ــ باختۉ ــ آچالۉم
Aşk yaşamı Firdevs’tir iki yürek içinde
اشک ــ یاشامۉ ــ فردوس تیر ــ اېکی ــ یۉره ک ــ ایچینده
Fantezi alanında Cennetten gül seçalım
فانتېزی ــ آلانۉندا ــ جنتتېن ــ گـُل ــ سېچالۉم
Tutuştur ateşi sen ki aşk perdeyi açmış
توتوشتور ــ آتېشی ــ سېن ــ کی ــ اشک ــ پرده یی ــ آچمۉش
Flört zamanı şimdi aşk bahçeye uçalım
فلۉرت ــ زامانو ــ شیمدی ــ اشک ــ باعچه یه ــ اۉچالۉم
Fıstıkların şekeri o dudaklar bal satar
فۉستۉکلارۉن ــ شېکېری ــ اۉ ــ دوداکلار ــ بال ــ ساتار
Param yalnız canımdır gel bu yolu seçalım
پارام ــ یالنۉز ــ جانۉمدۉر ــ گېل ــ بو ــ یۉلو ــ سېچالۉم
Hicran zamanı bitsin aşk için heves gelsin
هجران ــ زامانۉ ــ بیتسین ــ اشک ــ اِیچین ــ هوس ــ گېلسین
Ben canı aşka koydum aşk bahçeye kaçalım
بین ــ جانۉ ــ اشکا ــ کۉیدوم ــ اشک ــ باعچه یه ــ کاچالۉم
6
Osmanlıca
عثمانلۉجا
Vefa şarkısı çalmaz aşk esinti olmasa
وېفا ــ شارکۉسۉ ــ چالماز ــ اشک ــ اِېسینتی ــ اۉلماسا
Bahar Agresif olmaz aşk sevgiden dolmasa
بهار ــ آگرېسیف ــ اۉلماز ــ اشک ــ سېوگیدېن ــ دۉلماسا
Deniz dalgası bilir Aşığın sevdasını
دېنیز ــ دالگاسۉ ــ بېلیر ــ آشۉعۉن ــ سېوداسۉنۉ
Fırtınaya teslim o aşk rahîm kılmasa
فۉرتۉنایا ــ تېسلیم ــ اۉ ــ اشک ــ رحۉم ــ کۉلماسا
Güzel bülbül çiçeği bir hevestir yüreğe
گۉزهل ــ بـُلبـُل ــ چیچه یی ــ بیر ــ هوّستیر ــ یۉره یه
Bir gurur rüzgârıdır gül Baharda solmasa
بیر ــ گورور ــ رۉزگارۉدۉر ــ گـُل ــ بهاردا ــ سۉلماسا
Göğsümün iç çekişi siyah bahtın hüneri
گـُۉسۉمۉن ــ ایچ ــ چیکېشی ــ سیاه ــ باختۉن ــ هنری
Çılgınlığımın sırrı şans yaşımı dolmasa
چۉلگۉنلۉهمۉن ــ سۉررۉ ــ شانس ــ یاشۉمۉ ــ دۉلماسا
Ey gençliğimin zulmü bırakmadın bir çiçek
اې ــ گېنچلیېیمین ــ ظـُلمۉ ــ بۉراکمادۉن ــ بیر ــ چیچېک
Gül arayan zavallıyım ölürüm yar olmasa
گـُل ــ ارایان ــ زاواللۉیوم ــ اۉلۉرۉم ــ یار ــ اۉلماسا
Şimdi soru şu: Dünyada bir dildeki her kelimenin seslerini %100 yazabilen bir alfabe var mı? Cevap: Hayır! mantıksal olarak imkânsızdır. Alfabede harfler sabittir ama dil hareket eder. Çünkü dil insan toplumunda değişir ve her toplumsal değişimden etkilenir. Bir dile her yeni kelime eklendiğinde, dile güçlü bir edebiyat hâkim olmadığı sürece alfabeden uzaklaşır. Bunun nedeni de şudur: Her alfabede yazı biçimi okuma biçiminden biraz farklıdır. Eğer edebiyat güçlü olmazsa, bu fark artacaktır. Benim %50 öğretme sözü verdiğim mantık bu, ikinci %50'yi ise kendi eğitiminizden ve tecrübenizden öğrenmelisiniz. Yani dil hareket eder, alfabe sabittir, her alfabede yazma ve okuma arasında fark vardır, dolayısıyla her alfabenin sırrı ve mantığı kişisel deneyimle öğrenilebilir. Alfabenin sırrını ve mantığını öğretmeye çalışıyorum. Alfabenin gizemini ve mantığını bilmede "ünlü harflerin hareketleri, ağırlıkları ve müziği merkezi bir rol oynar." Bir kişi sesli harflerin "gizemini ve mantığını" anlarsa, %50 oranında okuma ve yazmayı öğrenecektir.
Türk dilleri şekil olarak farklı olsa da mantık olarak aynıdır. Osmanlı alfabesini öğrenmenin en iyi yolu Türk Latin tecrübesinden yardım almaktır ve benim öğretme yöntemim de bu mantığa dayanmaktadır.
7
Osmanlıca
عثمانلۉجا
Lale tarlam yandı gülüm yanımdan gitti
لاله ــ تارلام ــ یاندۉ ــ گـُلۉم ــ یانۉمدان ــ گیتتی
Gülsüz oldu revanim bahar kokusu yitti
گـُلسۉز ــ اولدو ــ رېوانیم ــ بهار ــ کوکوسو ــ ېیتتی
Müjde haberi gelmez ümitsiz esintide
مـُژده ــ خبری ــ گېلمز ــ اُمیدسیز ــ اېسینتیده
Üzüntüm çiçek açmış Istırap bunu etti
اۉزونتۉم ــ چیچېک ــ آچمۉش ــ اِستوراپ ــ بونو ــ ېتتی
Bağlantı kurmak için dilemek dilek olmuş
باعلانتۉ ــ کورماک ــ اِیچین ــ دیلهمېک ــ دیلېک ــ اولموش
Nefes alamıyorum ümidim toptan bitti
نفس ــ الامۉیوروم ــ اُمیدیم ــ توپتان ــ بیتتی
Yükselmiyor sedir ham hayalim içinde
یۉکسېلمییور ــ سېدیر ــ حام ــ حایالیم ــ اِیچینده
Çalıyor ümitsizlik bu hayal incitti
چالۉیور ــ اُمیتسیزلیک ــ بو ــ حیال ــ اینجیتتی
Aynanın yansıması siyah bahtı yansıtır
آینانۉن ــ یانسۉماسۉ ــ سیاه ــ باختۉ ــ یانسۉتۉر
Derdim büyüktür Allah sevdiğim gülüm gitti
دردیم ــ بۉیۉکتۉر ــ الله ــ سېودییم ــ گـُلۉم ــ گیتتی
Soru: Latincede "ümidim", Osmanlı alfabesinde "اُمیدیم"
Osmanlı alfabesinde neden "الف" harfiyle başlıyor?
Cevap: İnsanın ciğerlerinden dışarı atılan hava ses çıkarır, sessiz bir harfin sesiyle başlar. Yani yazıda sesli harfle başlayan her kelime, telaffuzda sessiz harfle başlar. Bu mantıkta iki yöntem var. Ya sesli harf sessiz bir harfe dönüşür ya da çok ince bir ses eklenir. Bazen Osmanlı alfabesinde kelime başına eklenen "الف" harfi yardımcı ses haline gelir. Yani, bağımsız "الف" sesi kaybolur.
8
Osmanlıca
عثمانلۉجا
Çevikliği yakalayan kalp derdidir rüzgârda
چېویکلېی ــ یاکالایان ــ کالپ ــ دېردیدیر ــ رۉزگاردا
Huzursuz ruhum olmuş kışı veren baharda
حوضورسوز ــ روحوم ــ اولموش ــ کۉشۉ ــ وېرېن ــ بهاردا
İç çekişim acıdır akşam şafağa kadar
ایچ ــ چېکیشیم ــ اجودور ــ اکشام ــ شافاغا ــ کادار
Umutsuz yüreğimle balık oldum kavar’da
امُیتسوز ــ یۉره ېیم له ــ بالۉک ــ اولدوم ــ کاواردا
Herkese Nevruz günü yalnız çiçeksizim ben
هرکسه ــ نۉروز ــ گۉنۉ ــ یانلۉز ــ چیچېکسیزیم ــ بېن
Gece yıldızım nerde? Baharda günüm karda
گېجه ــ یۉلدۉزۉم ــ نېرده ــ بهاردا گۉنۉم ــ کاردا
Ayrılık acısıyla besleniyor yüreğim
آیرۉلۉک ــ اجۉسۉیله ــ بېسله نیور ــ یۉره ېیم
Hicran gecelerinde ruhum sıkışmış darda
هیجران ــ گېجه لرینده ــ روحوم ــ سۉکۉشمۉش ــ داردا
Yeryüzünden yükseldi figanımdan acılar
یېریۉزۉندېن ــ یۉکسلدی ــ فیغانۉمدان ــ اجۉلار
Bıraktı ümit beni düştüğüm yer gaddarda
بۉراکتۉ ــ اُمیت ــ بېنی ــ دۉشتویوم ــ یېر ــ گادداردا
9
Osmanlıca
عثمانلۉجا
Münzevilerin içinde dünyadan boşluk vardır
مۉنزوی لرېن ــ ایچینده ــ دنیادان ــ بوشلوک ــ واردۉر
Ben ki aşka tapanım aşk bana giriftardır
بېن ــ کی ــ اشکا ــ تاپانۉم ــ اشک ــ بانا ــ گیریفتاردۉر
Menekşe hasretinden nefesim kesiliyor
مېنېکشه ــ حاسرتیندېن ــ نفسیم ــ کېسیلییور
O ki benden anlamaz anlasa nefes yardır
او ــ کی ــ بېندېن ــ انلاماز ــ انلاسا ــ نفس ــ یاردۉر
Gelmezse aşk Vizyonla hayat hikâyesizdir
گېلمزسه ــ اشک ــ ویزیون له ــ حیات ــ حکایه سیزدیر
Olmasa seher mumu yaşam gülsüz Gül’zar'dır
اولماسا ــ سحر ــ مومو ــ یاشام ــ گـُلسۉز ــ گـُلزاردۉر
Bir fincan mey hayattır içelim yaşam diye
بیر ــ فینجان ــ می ــ حیاتتۉر ــ ایچه لیم ــ یاشام ــ دېیه
Hayatın bardağı aşk çünkü güzel Gülnar’dır
حیاتۉن ــ بارداغی ــ اشک ــ چۉنکۉ ــ گۉزهل ــ گـُناردۉر
Sarhoşun türlüsünü aşk çemeninden gördüm
سارهوشون ــ تۉرلۉسۉنۉ ــ اشک ــ چېمېنیندېن ــ گۉردۉم
Hazan sertinde ağaç kurduğu bahardır
حازان ــ سېرتینده ــ آهاچ ــ کوردیویی ــ بهاردۉر
10
Osmanlıca
عثمانلۉجا
Hayat baharı ey gönül kuyumcu efsanesi
حیات ــ بهارۉ ــ اې ــ گۉنۉل ــ کویومجو ــ اېفسانه سی
Hazinesinde aşk olan sevginin meyhanesi
حازینه ــ سینده ــ اشک ــ اولان ــ سېوگی نین ــ میحانه سی
Kalpleri tatmin edecek dostluk ağacı dikelim
کالپلېری ــ تاتمین ــ اېدېجېک ــ دوستلوک ــ آهاجۉ ــ دیکه لیم
Mecnun’a gülleri serpen bu kalbin şahanesi
مجنونه ــ گـُللېری ــ سېرپېن ــ بو ــ کالبین ــ شاهانه سی
Nesrin gibi bu bülbül yüz çiçek gül taşıyor
نېسرین ــ گیبی ــ بو ــ بـُلبُل ــ یۉز ــ چیچېک ــ گـُل ــ تاشۉییور
Aşkla sana tapandır bu aşkın divanesi
آشک له ــ سانا ــ تاپاندۉر ــ بو ــ آشکۉن ــ دیوانه سی
Aşk ayak öpücüne ulaştı âşık yürek
اشک ــ آیاک ــ اۉپوجۉنه ــ اولاشتۉ ــ عاشۉک ــ یۉره ک
Kalp kapıda her zaman aşk vardır bir tanesi
کالپ ــ کاپۉدا ــ هر ــ زامان ــ اشک ــ واردۉر ــ بیر ــ تانه سی
Bıktım kuru sözlerden aşkla Kelemler olsun
بۉکتۉم ــ کورو ــ سۉزلردېن ــ آشک له ــ کېلېم لر ــ اولسون
Aşk rüzgârın kokusu yaşamın meyhanesi
اشک ــ رۉزگارۉن ــ کوکوسو ــ یاشامون ــ میحانه سی
Damla Damla Bal 2 Oktay Aslan Rah Sevum (Üçüncü Yol)
31.10.2025